Pazartesi, Aralık 11, 2006

Ali Saydam - A. Selim Tuncer’in tartışma yazıları toplu halde... Bu hizmetimi de yabana atmayın!

A. Selim Tuncer ve Ali Saydam, Yapı Kredi’nin yeni logosundan başlayıp imaj - algı kavramlarına taşan bir düzlemde tartışmaya devam ediyorlar. Birinin on-line, diğerinin off-line mecralarda yazıyor olmaları tartışmayı daha da ilginç kılıyor.

Bakın, bu hizmeti de kimse vermez size... Yazıların linki, baştan başlayarak kronolojik sıralamayla sunulmuştur:

A. Selim Tuncer, 18 ARALIK 2005
| Evet, “algı” her şeydir. Peki “imaj”?
Ali Saydam, 30 NİSAN 2006
| Yuh olsun bana!..
A. Selim Tuncer, 1 MAYIS 2006
| Herhalde Kotler’ın da bir Webster’ı vardır yani...
Ali Saydam, 10 EKİM 2006
| Yapı Kredi logosu tamamdır.
A. Selim Tuncer, 12 EKİM 2006
| Âdâba uygun olmayan eleştiri sadece âsâp bozar: Hayır, Yapı Kredi logosu tamam değildir!
Ali Saydam, 20 EKİM 2006
| Logo tartışmasına devam...
A. Selim Tuncer, 20 EKİM 2006
| Temcit pilavı değil, harnup şerbeti kabilinden: Logo tartışmasına devam...
Ali Saydam, 26 KASIM 2006
| İmajı artık yalnız cahiller kullanıyor.
A. Selim Tuncer, 27 KASIM 2006
| Algılama eyleminden sonra zihnimizde oluşan ‘şey’e siz ne diyorsunuz Hocam?
Ali Saydam, 1 ARALIK 2006
| Adımı John Smith yapmama gerek kalmadı!
A. Selim Tuncer, 1 ARALIK 2006
| Biz sizi John Smith’e, Steven Collins’e değişmeyiz!
Ali Saydam, 3 ARALIK 2006
| Başbakan bir süre daha ‘imaj’ diyecek…
A. Selim Tuncer, 4 ARALIK 2006
| Ali Saydam “edebiyat yaptığı” için tartışma boşluğa düştü!

Salı, Kasım 28, 2006

Yine mi Ali Saydam? Pes yani!


Savunduğu görüşler bir yana, üslubu asabını bozuyor diye Ali Saydam’ın her ‘imaj’la ilgili yazısına cevap yetiştirmek zorunda mısın Selim Bey? Gerçekten pes yani! Sonra, akademisyenleri savunmak sana mı kaldı? Bırak kendileri kendilerini savunsunlar, aciz değiller a!

Pazar, Kasım 19, 2006

Bu adamı hiç boş bırakmaya gelmiyor!

İşten güçten şuralara bir aydır uğrayamadım, olanlara bakın! Bloglar Alemi sitesi, A. Selim Tuncer | Diyalog’u ayın bloğu seçiyor. Bu yetmiyormuş gibi, bir de adam bloğunun birinci yıldönümünü kutluyor.


Bu adamı hiç boş bırakmaya gelmiyor, hiç! Anlaşılıyor ki muhalefet daima müteyakkız olmalı...

Ayrıca muhalefeti tahrik edecek bir sürü de konu çıkmış. Yakın takibe devam etmeliyim. [1] [2] [3] [4]

Pazartesi, Ekim 16, 2006


Arzu Cihangir öylesine güzel bir karnaval hazırlamış ki, bu kez ben de link vermekten kendimi alamadım. Türkü tadında bir karnaval için kurdeleye tıkla!

Tabii bu bağlantıyı sadece Arzu için veriyorum. Beni Karnaval’a almadıkları sürece diğerlerine benden yine link yok. Böyle biline!

Pazar, Ekim 15, 2006

Sen Ali Saydam’ın yerinde olsan bunalmış bir dostuna iyilik yapmaz mıydın yani?

Ali Saydam’a demişsin ki “Âdâba uygun olmayan eleştiri sadece âsâp bozar: Hayır, Yapı Kredi logosu tamam değildir!” Gerçekten de âsâbının bozulduğu yazının havsından belli oluyor. Keşke biraz daha sakinleşip öyle yazsaydın Selim Bey.

Tamam, anlıyorum. Bir haftadır üzerinde durduğunuz, tartıştığınız bir konuda birinin çıkıp da üst perdeden “Yeterin bre, sizi gidi amatörler! Siz amblemden logodan ne anlarsınız? O iş tamamdır ve de gayet iyi olmuştur. Kesin artık!” tarzında “kendinden menkul” bir üslupla ve iki satırlık yazıyla işi bitiriyor görünmesi, görüşlerine kanıt olarak da sizin amatörlüğünüzü öne sürmesi tatsız bir durum. Vallahi ben de bu kadar muhalefet ediyorum, ama size şimdiye kadar amatörlük ithamında bulunmadım. Ancak yine de seni sükunete davet ediyorum. Size ne Koç’un ambleminden? Memleketi mi kurtaracaksınız yani?

Yapı Kredi’ye Koç Holding ambleminin yapıştırılmasına Ali Saydam nasıl onay veriyor, doğrusu ben de anlamış değilim. Ama oluyor hayatta böyle şeyler işte!

Diyelim ki Yapı Kredi’nin yöneticilerinden biri arkadaşın, sen de günlük bir gazetede yazarsın... Akşamın dar bir vaktinde arkadaşın seni aradı ve “Yahu Selim, biliyorsun bu yeni görsel kimlik konusunda çok eleştiri aldık. Milletin ağzı torba değil ki büzesin. Hadi bloglar falan neyse de, en son Sabah’tan Nuran Yıldız da yazdı. Ne de olsa hanım iletişim doçenti ve gazetesi beş yüz bin civarında satıyor. Bana bir iyilik yap be dostum, şu işe noktayı koy!” deyiverdi. Yapmaz mısın dostuna bir iyilik? Zaten akşamın bir saati.. Yazını teslim etmene kırk beş dakika kalmış, üzerinde de fazla düşünme fırsatı bulamamışsın. Olmuş işte!

Tamam, hâşâ Ali Saydam öyle menfaat ilişkileri içine girmemiştir. Zaten sen de Veli Şeffaf’ın:) yaptığı yorum karşısında “Ali Saydam’ı tenzih ederim.” demişsin. Ama bu, öyle bir şey değil ki! Bir dostluk, bir vefa örneği... İnsan, ulvi bir duygu olan dostluk uğruna bazan inandıklarına gözünü kapayamaz mı?

Ali Saydam, Yapı Kredi’ye Koç Holding ambleminin yapıştırılmasını ya gerçekten doğru buluyor ya da doğru bulmadığı halde bir dostuna iyilik yapıyor. Bir üçüncü ihtimal yok bence...

Sen şimdi diyeceksin ki, meslek etiği, kötü örnek olmak falan filan... Dostluk diyorum sana dostum, dostluk!

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Söyler misiniz, tüketici aptal değilse bu şampuanları kimler tüketiyor?

A. Selim Tuncer’in “Hanımlar! Saçlarınızı dolgunlaştırmadıysanız sakın bu yazıyı okumayın!” başlıklı yazısını okudunuz mu, bilmem. Bence de haklı bir yerden eleştiriyor, ama tüketici tepkisi noktasında doğruluğundan kuşkuluyum.


Zaten yıllardır birçok deterjan ve şampuan reklamı tüketiciye geri zekalı muamelesi yapmıyor mu? Peki, öyleyse bu markalar nasıl satılıyor?

Bence iki ihtimal var. Birincisi, tüketici kendini aptal yerine koyan reklamları umursamıyor. İkincisi ise, tüketici gerçekten aptal, o nedenle bunlar da aptallara reklam yapıyorlar!

Yani, yanılıyor olabilirsin Selim Bey, tüketici milletine o kadar da güvenme!

Pazartesi, Ekim 02, 2006

Takma şu bankalara... Bak, başına bir iş gelecek!

Bu kez ikaz görevimi yapayım. A. Selim Tuncer, şimdi de Yapı Kredi-Koçbank birleşmesine takmış. Daha doğrusu, birleşmeden ziyade koç başına... Birkaç ay önce de Halkbank-Pamukbank birleşmesine takmıştı! Tamam, bu kez Yapı Kredi markasını korumasından dolayı Koç grubunun basiretli davrandığını söylüyor, ama hemen ardından yaptığı güncellemeyle onlara da verip veriştiriyor. Tam, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu durumları yani! Gerçi, Halkbank’tan aldığı zehir zemberek ithamlardan sonra hâlâ akıllanmadıysa ben ne yapayım?


Bak, başına bir iş gelecek, sonra ikaz etmediniz deme!

Cuma, Eylül 29, 2006

Ne diyeyim? Adam haklı...

Ben Türk Fındığı Nasıl Kurtulur? konusuna hiç burnumu sokmak istemedim, bildiğiniz gibi; çünkü adam baştan sona haklı... Söylenecek hiçbir şey yok. Ben de “Fındığın harman, dertlerin derman olması için...” başlıklı yazısını aynen buraya alarak destekten geri kalmayayım. Muhalefet de bir yere kadar!

İşte A. Selim Tuncer’in sözünü ettiğim yazısı:

Başlığı bir Karadeniz mânisinden uyarladım. Yemek bloglarının başlattığı Finduk Zamanı oluşumuna öylesine güzel destek ve katkılar geliyor ki, gerçekten dertlerin derman olmaması için bir neden yok.


Şimdi de Şahin Tekgündüz, Mah-Zen isimli bloğunda “Karanlıkta göz kırpmayalım” başlıklı yazısıyla ümitlerini dile getiriyor ve bir tarımsal ürün olarak Cafe de Colombia’nin dünyadaki başarısı hatırlatıyor. Tekgündüz: “Türkiye’de fındık fındık olalı böyle bir aşk yaşamadı. Bir aya yakın bir süredir, fındık üzerine güzellemeler birbirini izliyor. Kapalı kapılar birbiri ardına açılıyor, herkes fındık konusunda içinde birikenleri dökmek için yarışıyor. Kıvılcım çakmaya görsün... Bir bakıyorsunuz, gizli saklı fındık gönüllüleri çıkıveriyor yuvalarından...” diyerek başlamış yazısına...

Zeynep Özata ise, tam da kendine yakışan bir katkıyla destek veriyor bu harekete... Zeynep, bir akademisyen titizliğiyle yine dünyadaki bazı başarı örneklerini aktarıyor yazısında: Yeni Zelanda Kiwisi: Zespritm, Prosciutto di Parma (Parma Domuz Pastırması) ve Parmesan peyniri, Hawai Kona Kahvesi: The Love Farm... “Daha onlarca ilginç örnek var tarım ürünlerinin pazarlanmasına dair. Belki bizim Türk Fındığı’nın hikayesi de yemek bloglarının “Finduk Zamanı” projesiyle başlayacaktır. Kim bilir? Belki bir gün bu örnekler gibi Türk fındığının da markalaşma hikayesi anlatılır. Kim bilir? Belki onu anlatan da yine ben olurum. Kim bilir? Hem yemek bloglarına hem de A. Selim Tuncer’e teşekkürler. Türk fındığı kurtulacak.” diye bitiriyor yazısını Zeynep...

Bu arada Kedili Mutfaklar bloğunun sahibi Oya Kayacan, “fındıkta alınan yol”u özetlemiş kısaca ve pazarlama bloglarının desteğinden söz etmiş. Oya Hanım, ayrıca heyecanını ve “Bizim Fındık Çocukları” hayalini paylaşıyor bizlerle... Zuhal Hanım [I] [II] ve Arzu Hanım da pazarlama bloglarının verdikleri desteği taşımışlar yazılarına... Teşekkür ediyoruz.

Evet, fındık harman, dertler derman oluyor gibi... En azından çok iyi bir başlangıç bu. Çok iyi.

Güncellemeler

[ 26 EYLÜL 2006 ]
Sevgili Serdar Öner de “Findukta birluk!” başlıklı yazısıyla verdi desteğini... Teşekkürler.

[ 27 EYLÜL 2006 ]
Altı Üstü Tasarım - Mehmet Doğan, “Altı üstü bir fındık” diyerek el sallıyor okyanuslar ötesinden...

[ 27 EYLÜL 2006 ]
IQ’T, Türk fındığı üzerine yazmış: Oldukça uzun olmasına rağmen, başından sonuna kadar yorumları da dahil ederek okuduğum, dopdolu ve düşündürücü bir yazı olmuş; Türk Fındığı Nasıl Kurtulur?

[ 28 EYLÜL 2006 ]
Sevgili Özen Demircan da konuyla ilgili sevimli bir yazı kaleme aldı. Yazısında, fındıkta kaçırılan fırsatlarla bağlantılı olarak Mark Twain’in bir sözüne yer vermiş: “Çok ender olarak bir fırsatı, fırsat olmaktan çıkmadan önce görebilmişimdir.” Peki, ya birileri fırsatı gösterdiğinde yine de görmez miydin Mr. Twain?

[ 28 EYLÜL 2006 ]
Milliyet, yemek bloglarının Finduk Zamanı hareketini ekonomi sayfasında “Bloglararası fındık birliği” başlığıyla haber yaptı.

[ 29 EYLÜL 2006 ]
Sevgili Onur Yüksel, ‘Brand Box’ın içine fındığı da koymuş. Diyor ki, “Marka çıkaramıyoruz bu topraklardan... Sorun, elimizdeki değerleri yönetemiyoruz. Aganigi naganigi yapıyoruz olmuyor, hanimiş diyoruz olmuyor, sonra bir tökezliyor, biraz doğruluyor, yarı aksak devam ediyor.” İltifatları için de ayrıca teşekkür ediyorum kendisine...

Perşembe, Eylül 07, 2006

Evet, pazarlama iletişimi, gözümüze gazoz şişesi sokmak değildir. Nedir peki öyleyse?

A. Selim Tuncer, “Pazarlama iletişimi demek, kafamıza logo kakmak ya da gözümüze gazoz şişesi sokmak demek değildir!” başlıklı yazısında bir iletişim zaafına parmak basmış. Kendisi bize akıl veriyor, ama konuya balıklama dalmadan, öncelikle derli toplu bir “pazarlama iletişimi” bilgisi vermek gerekmez miydi? Bu hizmeti de Malum Muhalif olarak ben yerine getiriyorum ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü’nden Mustafa Duran’ın özet çalışmasını istifadenize sunuyorum:


PAZARLAMA İLETİŞİMİ VE STRATEJİLERİ

Rekabet üstünlüğü bıçaklarla yapılan bir kavgada, bir tabancaya sahip olmak gibidir.
ANONİM


PAZARLAMA İLETİŞİMİ KAVRAMI

Hızla artan iletişim olanakları karşısında hedef kitleye en etkin şekilde ve doğru kanaldan ulaşmanın güçleşmesi ve maliyetlerin artması ve buna karşın tüketicilerin değişen ve artan iletişim talepleri, şirketlerin iletişim konusundaki arayışlarını hızlandırmış ve bu arayışlar sonucunda pazarlama iletişimi kavramı doğmuştur.

Pazarlama iletişimi: “Bir kuruluşun var oluşuyla ürün ve hizmetleriyle ilişkide bulunduğu ve bulunacağı kesimlere neler vadettiği, neler sağlayabileceğini anlatmasını sağlayacak iletişim çabalarının tümüdür”

Bir başka tanıma göre ise pazarlama iletişimi: “Hedef tüketicilerin tutum ve davranışlarını istenen yönde güçlendirmeyi, tersi yönde ise bunu değiştirmeye ya da amaçlanan yeni tutum ve davranışı oluşturmayı hedefleyen ikna edici ileşimi sürecidir.”

Yapılan tanımlara bakılarak; pazarlama iletişiminin, pazarlama eylemleriyle beraber; aynı zamanda işletme çevresi, sosyal sorumluluğu ve imajıyla ilgili olan çabalarla doğrudan ya da dolaylı olarak satışların artrılması, giderek ürünün ve işletme ömrünün uzatılması amaçladığı söylenebilir.

Pazarlama iletişimi, spesifik olarak tutundurma işlevlerini desteklediği halde kapsam olarak tüm pazarlama bileşen ve eylemlerini kapsayan özelde iki genelde çok yönlü ve amaçlı bilgi verme, ikna etme ve hatırlatma eylemlerini kapsamaktadır.

PAZARLAMA İLETİŞİM ELEMANLARI

Pazarlama iletişim denilince; eskiden sadece pazarlama karması elemanlarından tutundurma çalışmaları (reklam, halkla ilişkiler, promosyon, kişisel satış) akla gelmekteydi. Günümüzde ise pazarlama iletişimi tutundarma çalışmaları ile baraber, ürünün özellikleri ve ambalajıyla başlayan, satış ve satış sonrası hizmetlere kadar uzanan geniş bir kavram haline gelmiştir.

Bu bakımdan pazarlama iletişimi elemanları denince, pazarlama karması elemanları (ürün, fiyat, dağıtım ve tutundurma) da kastedilmektedir. Yine de pazarlama iletişimi kavramı içersinde yer alan ana kavramları belirtmekte yarar var.
Reklam
Halkla ilişkiler
Satış geliştirme
Satış personeli ve kişisel satış
Ürünün ambalajı, stili, rengi
Marka
Satış noktalarının yeri ve niteliği
Müşteri hizmetleri
Satış sonrası hizmetler
Doğrudan pazarlama
Pazarlama araştırmaları
Yeni ürün geliştirme
PAZARLAMA İLETİŞİMİ STRATEJİLERİ

Pazarlama iletişimi stratejisi “Pazarlama iletişimi amaçlarının ve uzun dönemli ana faaliyetlerinin belirlenmesi ve bu hedeflere ulaşabilmek için gerekli kaynak dağılımının yapılması ve faaliyetlerin yönünün saptanması” şeklinde tanımlanabilir.

Pazarlama iletişimi stratejisini belirlemek; iletişimin nasıl gerçekleşeceğinin belirlenmesi anlamına gelmektedir. Pazarlama iletişimi stratejileri pazarlama iletişimi amaçlı ve hedeflerine ulaşmayı sağlayacak yol ve yöntemlerin seçimiyle ilgilidir.

Bu aşamada tüm kaynak ve imkanları birbiriyle uyumlu hale getirmeli, faaliyetler arasında bir bütünlük sağlamalıdır. Böyle bir bütünleşik pazarlama iletişimi stratejisi şu unsurlardan oluşmalıdır.

Pazarlama iletişimi stratejisine maruz kalacak hedef kitle birimlerini değerlendirmeye almak,
Hangi iletişim aracının en etkili şekilde mesaj ilettiğini belirlemek,
İletişimcinin, nerede ve ne zaman iletişim kuracağını ayarlamak,
Hangi pazarlama iletişimi karmasının kullanılacağına ve bütçesinin nasıl paylaştırılıcağını programlamak

Pazarlama iletişim stratejileri yukardaki unsurları içerecek şekilde genel olarak beş basamaktan oluşmaktadır.
Pazarlama iletişim fırsatlarını değerlendirmek,
Pazarlama iletişimi kaynaklarını analiz etmek,
Pazarlama iletişim hedeflerini ortaya koymak,
Alternatif pazarlama iletişimi stratejileri geliştirmek ve değerlendirmek.
Spesifik pazarlama iletişimi görevlerin ayırmak.
Pazarlama iletişimi stratejileri temelde; ürün – fayda stratejisi, imaj – kimlik stratejisi ve ürün – konumlandırma stratejisi olmak üzere üçe ayrılır.

1. Ürün – Fayda Stratejileri

Ürün - fayda stratejileri, belirli bir ürün karakterini ve tüketiciye olan faydasını iletmek amacıyla oluşturulur. Bu stratejiler, ürünün sahip olduğu özellikler ve fonksiyonel açıdan yapabildikleri üzerine yoğunlaşır.

Ürün - fayda stratejilerinin altında yatan düşünce; işletmenin pazarda kendi ürününü diğerlerinden ayıran özelliği bulmasıdır. Tüketici araştırmaları ya da yönetimsel sezgiler ile işletme, tüketici ihtiyacını tatmin edebilecek faydayı geliştirmeye çalışır.

2. İmaj – Kimlik Stratejileri

İmaj stratejisinin ilk hedefi, spesifik markayı diğer markalardan ayırarak tüketici zihninde marka izlenimi yaratmaktır. İmaj stratejileri, psikolojik farklılıklar yaratarak başarılı ürün stratejisi yaratabilmektedir. Oysa ürün – fayda stratejileri, ürünün fiziksel ve işlevsel özelliklerini kullanarak ürün farklılığını iletebilmektedir.

Başarılı bir imaj stratejisi, işletmenin tüm iletişim değişkenlerinin koordinasyonu ve entegrasyonuna bağlıdır.

Kimlik stratejileri, imaj stratejilerinin genişletilmiş bir şeklidir. Kimlik stratejilerinde amaç marka imajını geliştirmektir. Ama, kimliğe önem veren ya da benimsiyen tüketiciler üzerinde marka imajı yaratmaya odaklanır. İmaj stratejileri ürün yönelimliyken, kimlik stratejileri tüketici yönelimlidir.

3. Ürün – Konumlandırma Stratejisi

Ürün konumlandırma, ürünü rakip ürünle bağdaştırarak ya da zaten akılllarda yer etmiş bir markayla bağlantı kurarak, markayı tüketici zihninde konumlandırmaya çalışan bir stratejidir.

PAZARLAMA İLETİŞİMİNİN AMAÇLARI

Pazarlama iletişimin amaçları konusunda iki değişik yaklaşım vardır. Bu yaklaşımlar;

  1. Satış yönlü yaklaşım: İşletmelerin tek ve anlamlı amacının satış olduğunu ifade eden yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre yapılacak tüm pazarlama iletişimi çalışmalarının satışa yönelik olması hedeflenmektedir.
  2. İletişim yönlü yaklaşım: Bu yaklaşım tüketicinin bazı aşamalardan geçtiğini ve tüm pazarlama iletişimi araçları ile satış ve satış dışı amaçlara ulaşıldığın savunmaktadır. Bu yaklaşıma göre her pazarlama iletişim süreci, bir sonraki süreci getirecek şekilde planlanmaktadır.
Pazarlama iletişiminin hem satış ve hem de iletişim yönlü amaçları genel olarak aşağıda sıralanmıştır.
Satışları artırmak ve desteklemek
Ürün ve marka farkındalığını sağlamak
Kurum ve ürünün farkınada olunmasını sağlamak
Kurum ve ürün imajını geliştirmek
Hedef kitlenin tutum ve davranışlarına etki etmek
Ürün veya kurum hakkında bilgi vermek
Hedef kitleyi ürün kullanımı hakkında eğitmek
Tüketici sadakati yaratmak
Hatırlatma yapmak
Yeni ürünler sunmak
Pazarlama iletişimi karması öğelerinin her birinin spesifik amaçlarıyla ve genelde pazarlama ve işletme amaçlarıyla uyumlu ve tutumlu olması gerekmektedir.

SONUÇ

Pazarlama iletişimi, işletmelerin rakebet üstünlüğünü sağlamasında en önemli unsurlardan biri olarak gün geçtikçe önem kazanmaktadır. Artan bu önemiyle beraber pazarlama iletişimi elemanlarının bir bütün içinde çalışması gerekliliği “Bütünleşik Pazarlama İletişimi (1)” kavramını ortaya çıkarmıştır.

Bütünleşik pazarlama iletişimi kavramı, pazarlama iletişimi çalışmalarının daha etkin ve daha planlı bir şekilde uygulanması gerekliliğinin bir sonucudur.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

1. Babacan, Muazzez (1998), “Pazarlama İletişimi: Kavramsal Bir İrdeleme”, Pazarlama Dünyası, Yıl 12, Sayı 71, İstanbul.
2. Göksel, Bülent, Kocabaş, Füsün ve Elden, Müge (1997), Pazarlama İletişimi Açısından Halkla İlişkiler ve Reklam, Yayınevi Yayıncılık, İstanbul.
3. Kocabaş, Füsün, Elden, Müge ve Çelebi, Serra İnci (2000), Marketing P.R., MadiaCat Yayınları, Ankara.
4. Kotler, Philip (2000), Kotler ve Pazarlama, Sistem Yayınları, İstanbul.
5. Odabaşı, Yavuz (1995), Pazarlama İletişimi, A.Ü. Yayınları No:851, Eskişehir.


KAYNAK: www.danismend.com

Cuma, Eylül 01, 2006

A. Selim Tuncer’in “Tüketici poligamiktir!” görüşüne benden de görsel bir katkı...


A. Selim Tuncer, “Tüketici poligamik bir canlı türüdür!” başlıklı bir yazıyla “müşteri sadakati” tartışmalarına katıldı. Poligami nedir, görün diye ben de görsel bir katkıyla katılıyorum. Buyurun.

Ancak bu görselde, poligamik olanın “tüketici” değil de sanki “marka” olduğu şeklinde bir hava var. Marka ahtapotunun kollarına takılmış zavallılar da tüketicileri temsil ediyor.

E, benim katkım bu kadar olur!

Perşembe, Ağustos 31, 2006

Zeynep Özata yazıyor, A. Selim Tuncer cevaplıyor, Şahin Tekgündüz de “hariçten gazel” okuyor!

Yaşadığı bir satın alma deneyimini anlattığı “Magic Bullet gerçekten de sihirliymiş…” başlıklı yazısında Zeynep Özata: “Acaba ağızdan ağza iletişim tek başına yeterli bir iletişim yöntemi mi? Yoksa ağızdan ağza yapılan iletişimin etkili olması için başka kanallardan yapılan iletişim ile desteklenmesi mi gerekiyor?” diye soruyor, A. Selim Tuncer, buna, “Pazarlama kantarının topuzu başımızda danklamadan!..” diye cevap veriyor, Şahin Tekgündüz de “hariçten gazel” okuyor.


Benim bu noktada fazla çene yormama gerek yok. A. Selim Tuncer ve Zeynep Özata’ya göz attıktan sonra Şahin Tekgündüz’ün yazısına Marketing Post’un yaptığı yorumu okuyun yeter.

Çarşamba, Ağustos 16, 2006

USP’ye kafayı takmışsın, ama belki de o işler senin bildiğin gibi değildir!

A. Selim Tuncer, Marketing Post’tan birkaç görsel taşıyarak “Bu reklamın yu-es-pi’si ne oluyor şimdi arkadaşlar?” başlıklı yazısında USP’ye (Unique Selling Proposition) takmış. Diyorum ki, “Sayın Selim Bey, atıp tutuyorsun, ama belki de bu işler senin bildiğin gibi değildir!”



Ben de buraya Farketing’teki bir postayı taşımak istiyorum:

Projen bu, hemen başla!

“İşte proje bu, hemen çalışmaya başla.” sözünü duyar duymaz, ne yapmaya başlıyorsunuz?

Çoğu zaman kendimi projelerin içerisine dalmış, gerekli dökümanları, gerekli süreçleri çalışırken buluyoruz. Oysa, başlangıç noktamız bu olmamalı. Farklı yöntemler olsa da başlamadan mutlaka yapılması gerekenler listesi olmalı.

Herhalde, ilklerden birisi USP’yi bulmaktır. USP: Unique selling proposition (Eşsiz satış teklifi). Müşteriye/kullanıcıya sunacağımız benzerlerinde bulunmayan eşsiz şey nedir? Bu sorunun cevabını bilmiyorsanız, boşuna çalışıyor olmanız büyük bir olasılıktır.

Belki de ürününüzün bir USP’si yoktur. O zaman zaten başaramayacağımız çok açık değil midir? Yöneticimize 'boşverelim' demenin tam zamanıdır.

Sizce, yeni bir proje/lansman için hazırlıklara gömülmeden başka neler yapmalıyız?

Salı, Ağustos 15, 2006

Protesto ediyor, alenen ve ilanen duyuruyorum!

Beni Pazarlama Blogları Karnavalı’na davet etmedikleri için protesto ediyorum ve davet edilene kadar da karnavalın linkini vermeyeceğimi alenen ve ilanen duyuruyorum.

Perşembe, Ağustos 10, 2006

Bu Molla Kasım acep, Şahin Tekgündüz m’ola?

Bir önceki postada bildirmiştim, Şahin Tekgündüz bazı bloglardaki dil ve imla özensizlikleriyle ilgili zehir zemberek bir yazı kaleme almış, bu yazıya A. Selim Tuncer, “Çocukların hevesi ve heyecanı kırılmasın!” anlamına gelecek bir yorum yapmıştı. Şimdi de bloğunda “Derviş Yunus bu sözi eğri büğrü söyleme!” başlıklı bir yazı yazarak Yunus Emre-Molla Kasım söylencesini hatırlattı. Konuyla ilgisi var mıdır, çok emin değilim, ama ben bu Molla Kasım benzetmesinin sanki Şahin Tekgündüz için yapıldığı kuşkusuna kapıldım. Biliyorsunuz kuşkularım genelde doğru çıkar. Ne dersiniz?

Yok yok, değildir herhalde!

Salı, Ağustos 08, 2006

Bu kadarını ben bile yazamazdım!

Şahin Tekgündüz, Mah-zen isimli bloğunda, bazı pazarlama bloglarındaki dil derbederliğini yazmış. Haklı mı, haklı? Bu kadarını yazmaya ben bile cesaret edemezdim. Yaş avantajını kullanıyor olsa da “Helal olsun aksi ihtiyar!” demeden geçemeyeceğim.

Bu arada, tabii ki çok fazla olmasa da, ben de hem Şahin Tekgündüz’de hem de A. Selim Tuncer’de bazı imla yanlışları yakalıyorum. Yeri gelince bunları açıklayacağım. Hazır olsunlar.

Cumartesi, Temmuz 29, 2006

Şimdi muhalifliğin sırası değil!


A. Selim Tuncer, İsrail saldırıları sonucu yaşanan çocuk cinayetlerine dikkat çekmiş ve tepki göstermiş. İşte buna muhalefet edemem.

Çarşamba, Temmuz 26, 2006

“Biz güzellik üretmek için yola çıkmıştık 70’li yıllarda...” diyorlar. Üretebildiniz mi?

A. Selim Tuncer’in fotoğraflarını nerden buluyorsun diye soranlar vardı. İşte kaynaklarımdan birini açıklıyorum. “Biz güzellik üretmek için yola çıkmıştık 70’li yıllarda...” diyen arkadaşı (ilk fotoğrafta, sağda) Süleyman Yüzübenli’nin bloğu... Ben de onlara soruyorum: “Üretebildiniz mi?”

Soruyu başka türlü de sorabilirim: “Ürettiniz de ne oldu?”

selim tuncer
selim tuncer
selim tuncer
selim tuncer
selim tuncer

Salı, Temmuz 25, 2006

Pazar, Temmuz 23, 2006

Ne? Kusursuzluk “kusur” muymuş?

Kusursuz olmak eşyanın tabiatına aykırıymış. Peki. Kusursuzluk algılamasının rölatif olduğunu da kabul ediyorum. O zaman kusursuzluk kusurundan kurtulunca nasıl kusursuz oluyoruz? Cümledeki birinci kusursuz sözcüğüyle ikincisi arasında ne fark var? Birincisi rölatifti de ikincisi değil mi? Kusur ne demek öyleyse? Offf, kafam karıştı.


Bu “sorunsal”ı önce felsefeciler çözsün de, sonra sen de bir tarafından markayla falan ilinti kurmaya soyunursun Selim Bey! Yoksa çözmüşlerdi de benim mi haberim olmadı?

Perşembe, Temmuz 20, 2006

Rizeli bir başbakan döneminde Çaykur özelleştirilebilir mi?

Bugünlerde Çaykur Genel Müdürü Ekrem Yüce’nin beyanatları gözüme çarpınca aklıma A. Selim Tuncer’in “Marka odaklı bir özelleştirme yaklaşımı önerisi: Bir türlü özelleştirilemeyen Çaykur” başlıklı yazısı geldi. Çaykur ömründe ilk kez tatmin edici oranda kâr etmiş de, özelleştirme kapsamından çıkarılmış. Öyle ki, sanki zarar etseydi, özelleştirmek için canla başla çalışacaklardı sanırsınız. Ya da sanki özelleştirme gerekliliğinin gerekçesi zarar etmekmiş gibi! Şimdiye kadar özelleştirilen her kamu şirketi zarar mı ediyordu yani?

A. Selim Tuncer de kendince bir özelleştirme yaklaşımı önerisi sunmuştu bu yazısında. Koskoca Çaykur’un (ya da Özelleştirme İdaresi Başkanlığı diyelim) aklı fikri yok da senden mi akıl alacak, biiir. Sonra, Çaykur’u özelleştirmek isteyen mi var, ikiiii!

Bir kere Çaykur’un arkasında kim(ler) vardır, düşünsene... Bence fikrini kendine sakla, Sayın Tuncer!

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

Bilim itina ile kanırtılır: “Analarımızın, kız kardeşlerimizin üzerimizdeki emeğini nasıl reddederiz?”

Bu kadar iş güç ve A. Selim Tuncer’in yeni postaları varken bu konuya çakılıp kalmak istemiyorum, ama sağda solda kışkırtıcı bilgi ve yorumlar görünce kendimi tutamıyorum. Jazzetta’dan öğrendiğime göre Malum Muhalif ve Hakkı Devrim dışında, Elif Şafak ve Bülent Korucu da kadınlarımızı aşağılayan lafların lügatlerden çıkartılmak istenmesi abukluğuna parmak basmışlar.

Ben bu işi biraz yarım kulak dinlemişim anlaşılan... TDK Başkanı’ndan meğer daha ne inciler dökülmüş. Başlıktaki “Analarımızın, kız kardeşlerimizin üzerimizdeki emeğini nasıl reddederiz?” incisini Sayın Başkan saçmış, Elif Şafak hatırlatmış. Bana da bir iyilik yapsanıza Sayın Başkan! Bu işi bırakın, PVC pencere veya çelik tencere işinde daha fazla para varmış!

Bilimin yalakalık yaptığını da mı görecektik Allahım? Ya da bu bilim mi? Ya da bu, AB’ye falan mı yapılıyor acaba, AB’den fazla AB’ci AB’ci?

Salı, Temmuz 18, 2006

Hakkı Devrim de muhalefetin hakkını vermiş... Ağzına sağlık!

Rastlantıya bakın ki, TDK’nın abuk niyetiyle ilgili olarak Hakkı Devrim’le neredeyse aynı şeyleri düşünmüş ve yazmışız. Ben onun Radikal’deki “Bir deyim canavarımız eksikti” başlıklı yazısını görmemiştim (vallahi), o da benimkini görmüş olamaz, çünkü ondan üç gün sonra yazmışım. Ben “Dil sizin babanızın malı mı?” diye sormuştum, Hakkım Devrim “Siz sözlüklerdeki deyimleri, meselleri babanızdan kalmış miras mı sandınız ki, bunların bir kısmını (kullanmamak da değil) sözlüklerden çıkarıp atma yetkisini buluyorsunuz kendinizde? İşitmemiş olalım!” demiş. Helal olsun.

Ayrıca Devrim’in yazısının sonunda da Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel’in bir ifadesi yer alıyor. Ben yazımın sonunu “Yapmanız gereken işleri hakkıyla yapsanıza!” diyerek bağlamışım, Sayın Özel de konuyla ilgili olarak “TDK asıl yapması gerekenler yerine ilgi çekmek için yöntemler icat ediyor.” demiş.

Yabancı sözcüklerin yazılışları konusunda TDK-Dil Derneği tartışmasının absürdlüğünden sonra, şimdi Dil Derneği kendini doğru poziyonlamış. Bu kez ona da helal olsun.

Pazartesi, Temmuz 17, 2006

Bu adam Malum Muhalif’in sözünü dinleyip nihayet memleket için hayırlı bir iş yaptı!

Birkaç posta önce demiştim ki: “Sen ki ilk kuşak reklamcılardan olarak kırk küsur yıldır reklam sektörünün ıcığını cıcığını bilen adamsın. Hatıralarını yaz, reklamcılık tarihini yaz, eski usulleri, eski âdâb-ı muâşereti yaz, Merkez Ajans’ı, Ada Ajans’ı, Parajans’ı, Pamukbank’ı, Milli Piyango’yu, siyah-beyaz reklam filmlerini, pikajı, montajı, eski adam gibi adamları, ne bileyim bizim bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz şeyleri yaz da hep beraber müstefid olalım.”


Şahin Tekgündüz, tabii ki benim bu ikazım üzerine gerekeni yapmış ve Mah-Zen isimli bir blog açmış. Hep muhalefet edecek değiliz ya! Bakın böyle olumlu gelişmelere de vesile oluyoruz yani.

Memleket için hayırlı olsun.

Pazar, Temmuz 16, 2006

Dil sizin babanızın malı mı?

Neye niyet, ne kısmet. Bu memlekette muhalefet edecek o kadar şey varken ben de kendime öyle bir misyon seçmişim ki yani! Neyse, onlar da nasiplerini alsınlar. Bugünlerde TDK ve Dil Derneği’nin abuk tartışması devam ededursun, birkaç gün önce televizyonun birinin gece haberlerinde kulağıma Türk Dil Kurumu lafı çalınca dikkatimi çekti, haberi ilgiyle dinledim. Nerdeyse yalnızca küçük dilimi değil, büyük dilimi de Agop’un kazı gibi yutuverecektim o anda.

Neymiş efendim, Türk Dil Kurumu kadın ayrımcılığını ifade eden “eksik etek”, “kaşık düşmanı”, “kadının sırtından köteği karnından bebeği eksik etmeyeceksin” gibi deyimleri sözlüklerden çıkaracakmış.

Öncelikle şunu söyleyeyim, bu kadın yalakalığı en fazla kadınlara zarar vermeye başladı gibi geliyor bana. Tüm işlerimizde olduğu gibi burada da kadına rağmen kadın gibi bir saçmalık oluşmaya başladı. Ve kadınlar, sürekli sahiplenilmesi gereken, sürekli kol kanat gerilen, kendi ayakları üzerinde duramadıkları için sürekli payanda olunan canlılar olarak algılanmaya başlandı. Buna öncelikle kadınlarımızın karşı çıkması ve kendi haklarını savunurken bu gibi saçmalıklara prim vermemeleri gerekir.

Kadınla erkek arasında ayrımcılık, tarih boyunca erkeğin fiziksel kaba gücü ve sosyal konumu nedeniyle oluşmuştur. Toplumlardaki güç odaklarıyla zayıf katmanlar arasındaki ayrımcılıktan da zerre kadar bir farkı yoktur. Ne zaman ki kaba güç, yerini başka değerlere bırakır, o zaman bu sorunlar da çözülür. Eğer bu ayrımcılığı ortadan kaldırmak gibi samimi bir niyetiniz varsa böyle bir paradigma değişikliğini sindirmeniz gerekir. O zaman erkeklerle kadınlar arasındaki ayrımcılık ortadan kalkacağı gibi, erkeklerle erkekler, kadınlarla kadınlar, yoksullarla zenginler, toplumlarla devletler arasındaki ayrımcılıklar da ortadan kalkar. Var mısınız?

Gerisi yalandan yere bir yalakalıktan ibarettir.

Evet, ataerkil toplumlarda kadınlara karşı böyle aşağılayıcı sıfat ve yakıştırmalar vardır. Türk toplumunda da var. Bunların yakışıksız olduğunu elbette kabul etmeliyiz. Zaten aklı başında kimsenin de bunları kullandığını söyleyemeyiz. Ancaaak, buna karşı kadınların da ellerinin soğan doğradığını kimse iddia edemez. Onlarda da, bir savunma mekanizması olarak erkekleri aşağılayan ne yakası bağrı açılmadık laflar var. Bunları da savunamayız. Ama, tabii ki inkar da edemeyiz.

Bilim, objektif olmak zorundadır. İncelediği “vaka”ya karşı dost ya da düşman olamaz. Toplumda benzer sözcük ve deyimler kullanılıyorsa bunlar bal gibi sözlüklerde yer alır/almalıdır. İdeolojik davranamazsınız.

Belki bu gibi sözcükleri ortalama toplum ahlakı zaviyesinden kategorize edebilirsiniz. Zaten sözcüklerin yanına “kaba” falan gibi ibareler koyarak bunu yapıyorsunuz. Ama bir sözcük ya da deyim halk arasında kullanılacak ve bu sözlüklerde yer almayacak, akıl alır gibi değil. Dil sizin babanızın malı mı ki keyfinize göre o sözcüklere yer vermem, bu sözcüklere yer vermem gibi bir irade kullanacaksınız?

Yapmanız gereken işleri hakkıyla yapsanıza!
***
Hulki Aktunç’un Argo Sözlüğü’nden sonra Filiz Bingölçe’nin Metis Kitap Yayınları arasında Hulki Aktunç’un sunuşuyla Kadın Argosu Sözlüğü yayımlandı. Bu eser hakkında müstehcenlikten dolayı dava açılmış ve beraat etmişti. Hem benzer bir zihniyetin yansıması hem de kadınların erkekler hakkındaki aşağılayıcı ifadelerinin neler olduğunu görmeniz bakımından, eğer 18 yaşından büyükseniz inceleyebileceğiniz bir link veriyorum. Erkekler kadınlarınkine alınmasın, kadınlar da erkeklerinkine... Ne diyeyim?

Bu eserle ilgili olarak İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mustafa Özkan’ın imzasını taşıyan bilirkişi raporu da mahkemeye sunulmuştu: “Filiz Bingölçe’nin eseri edebî eser olmayıp bir argo sözlüğüdür. Bu tür sözlükler her dilde mevcuttur. Ayrıca bu çalışma, sözlü kültürümüzde var olan ve onu kullanan insanların hayattan ayrılmasýyla kaybolup gidecek olan dil malzemesinin yazıya geçirilerek kalıcılığının sağlanmasına da büyük katkı sağlamaktadır. Bu tür çalışmalar bir dilin görünen yönünün ötesinde, ne kadar canlı ve zengin anlatım olanaklarına sahip olduğunu göstermesi açısından da büyük önem taşımaktadır.”

İşte bilimsel tavır ve işte bilim adamı.

Cuma, Temmuz 14, 2006

Malum Muhalif iz sürmeye devam ediyor: Sizce bu “anonymous” birisi Şahin Tekgündüz olabilir mi?

Hazır Türkçe konularına girmişken kafama takılan bir konuyu gündeme getirip sizden yardım isteyeyim dedim.

A. Selim Tuncer aylar önce AKP’nin “herşey Türkiye için” sloganını eleştiren, daha doğrusu buradaki “herşey”in yanlış yazıldığı, “her şey” biçiminde yazılması gerektiği uyarısını yapan “Eğer ‘her şey Türkiye için’se, lütfen şu ‘herşey’i düzeltelim” başlıklı bir yazı yazmıştı. Tabii koskoca AKP onu mu dinleyecek! Kimsenin umurunda bile olmadı.. Ama benim konum bu değil.


Birçok konuda birbirine ters düşen A. Selim Tuncer ve Şahin Tekgündüz bugünlerde Türkçe’yle ilgili olarak mutabakat içindeler ya, bunun da tam bir mutabakat olduğu konusunda doğrusu kuşku duyuyorum. A. Selim Tuncer’in yukarıda sözünü ettiğim yazısının yorum bölümünde A. Selim Tuncer’le “Birisi” adlı bir “anonymous” arasında uzun bir tartışma var. Vallahi ben bu “anonymous”un Şahin Tekgündüz olduğundan kuşkulandım. Kuşkulandım, ama yazıdan kriminolojik çıkarsamalar yapacak bir birikime sahip değilim.

Bu nedenle size sormak istedim.

Perşembe, Temmuz 13, 2006

Namusunu korumak istiyorsan eteğini rüzgardan sakınacaksın!


Ne kadar muhalif olursam olayım, ben bu adamların dil konusundaki duyarlılıklarını beğeniyorum. Şimdi, doğruya doğru! Bu konuda A. Selim Tuncer biraz daha mezhebi geniş gibi duruyorsa da, yazarken özenli davrandığını söyleyebilirim. Şahin Tekgündüz ise tam bir asabi ihtiyar...

Dil Derneği ile Türk Dil Kurumu bir konuda birbirine girmiş; yabancı kaynaklı sözcükler Türkçe’de nasıl yazılsın diye... Dil Derneği okunduğu gibi, Türk Dil Kurumu ise kendi dilinde yazıldığı gibi yazılsın diyesiymiş.

Haydaaa! Yahu önemli olan bunların girmemesi değil mi? Namus elden gittikten sonra ha öyle girmiş, ha böyle girmiş, ne farkeder ki?

Osmanlıca’da da böyle bir karmaşa vardı, biliyor musunuz? Alfabe aynı diye Arapça’dan ve Farsça’dan giren sözcükler orijinal yazılışlarıyla giriyordu Türkçe’ye... Yani Türkçe’de olmayan seslerin karşılıkları olan haflerle yazılıyordu kimi sözcükler: Ayın gibi, peltek se gibi, tı gibi falan...

Koca koca adamlar, kadınlarsınız... Allahaşkına, girenin şekliyle ilgileneceğinize girip girmemesiyle ilgilensenize. Girmesine izin vermeyin yani! Namusunuzu şeklen kurtaramazsınız.

Şahin Tekgündüz haklı. Bu arada A. Selim Tuncer’in bir başka bloğa, benzer bir konuda yaptığı yorumu saptadım. Ona da bakabilirsiniz. Yani muhalif dediysek...

Çarşamba, Temmuz 12, 2006

“Zıtların dengesi”ymiş!

Ali Sağlam, bloğunda Tekgündüz-Tuncer zıtlığını öve öve bitirememiş. Malum Muhalif’in muhalefet alanını zorla genişletiyorlar; Ali Sağlam da çürük çıktı!

Ne yapsam bu adamlara yarıyor yahu! Madem öyle, alın bir zıtların dengesi, bana göre dengesizliği daha: A. Selim Tuncer’le Şahin Tekgündüz bu kez de İlber Ortaylı yüzünden kapıştılar.

| Türk entelijansiyasının değişim simgesi bir egosantrik ve Özkök’ün korkusu...

Antik Yunan mozaik sanatının nadide parçalarından biri... Antik Yunan sitelerinde dinsel, siyasal ve tecimsel yaşam, yani kısaca kamusal yaşam agoralarda oluşmaktadır. Burada kamu sorunlarının tartışılmasına sitelerde yaşayan herkes değil, ancak vatandaşlık statüsüne sahip insanlar katılabilmekteydi. Antik Yunan’daki sitelerin yerine bugün internet üzerindeki sanal agora siteleri ortaya çıkmakta, bu siteler katılımcı ve doğrudan demokrasinin tartışma platformu olmaktadır. Bu konunun Tekgündüz ve Tuncer’le bir ilgisi var sanmayın! Hani tartışma deyince...

Pazartesi, Temmuz 10, 2006

Bu adamların aynı ortamda bulunduklarını aklınız alıyor mu?

Söz Şahin Tekgündüz nâm zât-ı muhteremden açılmışken... Allahaşkına, şu yazıyı ve yorumları, daha doğrusu Tekgündüz-Tuncer münazarasını bir okuyun, bu adamların aynı ortamda bulunup nasıl iş yaptıklarına gelin de şaşırmayın!

Bu münazaraların devamı gelecek. Görüyorsunuz ki çalışıyorum, tespit ettikçe...

selim_tuncer
Bu adamların nedense birlikte çekilmiş fotoğraflarını ele geçiremedim. O nedenle böyle bir çalışma yaptım.

Cumartesi, Temmuz 08, 2006

Ben bu Eşekarısı’nı sokarım! O beni sokmadan...

Şahin Tekgündüz’ü bilirsiniz. Reklam sektörünün eskilerinden olan bu zat-ı muhterem, aynı zamanda A. Selim Tuncer’in mesai arkadaşı olup ajansta genel müdürlük vazifesini itâ ve ifâ etmektedir. Muhterem Tekgündüz, onu tanıyan arkadaşlarımın anlattığına göre birçok gence taş çıkartırcasına Freehand, Photoshop, Quark gibi grafik ve fotoğraf programlarına hakim olduğu gibi blog icat olunduğunda hemen blog sahibi olmayı da ihmal etmemiştir. Blogunun adı Eşekarısı... Blogunun işlevini kendi ağzından dinleyelim:

ÖZELLİKLE DİLİ DOĞRU KULLANMA VE KENDİ DİLİNE SAHİP ÇIKMA BİLİNCİNDEN VE SORUMLULUĞUNDAN YOKSUN ORTAMLARDA BELİRİR VE BİLEREK YA DA BİLMEYEREK BU ORTAMIN GELİŞMESİNE KATKIDA BULUNANLARI ÖNCE İNCELİKLE UYARIR. ASIL GÖREVİNİN DE BU OLDUĞUNA İNANIR. ANCAK UYARILARA RAĞMEN AYMAZLIKTA DİRENENLERİ KOLLAMAYA DEVAM EDER VE DİLLERİNİ İLK ÇIKARTTIKLARINDA VAR GÜCÜYLE SOKUP ZEHRİNİ SONUNA KADAR AKITIR. ARTIK SORUN ZEHİRLENEN DİLLERİNDİR.


Bu Eşekarısı bir gün beni de sokar diye korkmuyor değilim, ama mevzu bu değil. Zat-ı muhterem, her gün üşenmeden çeşitli günlük mevkûtelerden kesip sken ettiği kupürleri (Doğru mu yazdım Hocam? Doküman yazmayı da bilirim bak! Demirdöküm’ün dökümanı gibi yazmam.) bloğunda neşreder, bu kupürlerdeki imlâ hatalarını ifşâ eder. Elinden gelse imhâ edecek, amma heyhât ki o imkânı bulamayıp kendi kendini yer durur. Ekseriyetle de Hürriyet gazetesine takar. Daha çok dil hataları o mevkûtede midir, yoksa muhteremin Hürriyet’le bir alıp veremediği, bir nizâsı mı vardır, bilinmez.

Aslında muhalif ve asabi husûsiyetlerinden nâşi bu muhtereme bir ünsiyet beslemediğimi söylersem hilâf-ı hakikat olur. Biraz da kendime benzetmiyor değilim. Amma, diyeceğim o ki, dil mevzuları senin nene be muhterem!

Tamam pekâlâ, pek güzel! Dil mevzularından anlıyorsun, faydalı ikazlarda bulunuyorsun, fakat gördüğün gibi seni dinleyen mi var? Hakkı Devrim’i, Yavuz Bülent Bakiler’i, Nihad Sâmi Banarlı’yı, Ömer Asım Aksoy’u, bir de briççi vardı, neydi adı, neydi neydi, hah Şiar Yalçın’ı dinleyen mi oldu da şimdi seni dinlesinler? Boşver amca bu işleri!


Sen ki ilk kuşak reklamcılardan olarak kırk küsur (Bak ‘küsur’u da doğru yazdım!) yıldır reklam sektörünün ıcığını cıcığını bilen adamsın. Hatıralarını yaz, reklamcılık tarihini yaz, eski usulleri, eski âdâb-ı muâşereti yaz, Merkez Ajans’ı, Ada Ajans’ı, Parajans’ı, Pamukbank’ı, Milli Piyango’yu, siyah-beyaz reklam filmlerini, pikajı, montajı, eski adam gibi adamları, ne bileyim bizim bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz şeyleri yaz da hep beraber müstefid olalım.

Eşekarısı bir gün zehirli iğnesini bize sokmadan uzaklaş buralardan, destûr!

NOTLAR:
1.
Bu yazıda zat-ı muhteremin kıl olduğu eski kelimeleri çok kullandım. Ama galiba imlâ hatası yapmadım.
2.
Yukarıdaki fotoğrafta sakallı dede Şahin Tekgündüz, ortada görünen iki çocuk A. Selim Tuncer’in oğulları Sina ve Semih, sağdaki genç delikanlı ise Reklamın Sokak Çocuğu’nun yazarı, Reklam Yaratıcıları Derneği eski başkanı Kemal Sezer’dir.
3.
Bu fotoğrafta A. Selim Tuncer niye yok? Muhtemelen o masanın karşı tarafında... Belki fotoğrafı da o çekmiştir. Ayrıca onun fazla fotoğrafını bulamazsınız. Ancak ben bulurum.
4.
Malum Muhalif’in muhalifi bazı arkadaşlar ‘header’daki Tuncer fotoğrafını nerden bulduğumu soruyorlardı. Google grafik aramada görünmüyor, ama adresini tespit ettiğim ve gizli tuttuğum birkaç sitede mebzul miktarda A. Selim Tuncer fotoğrafı var.
5.
Yakında bu fotoğraflardan sizin için yayımlamayı düşünüyorum. Elimde A. Selim Tuncer’in komünist komünist bıyıklı fotoğrafları bile var. Hatta, bir aile faciasına neden olmak istemem, ama sevgilisiyle çekilmiş gizli fotoğrafları da ele geçirdim. Talep durumuna göre yayımlayıp yayımlamamaya karar vereceğim. Kamuoyuna mal olmuş adamların özel hayatı olmaz (diyorlar!)

Cuma, Temmuz 07, 2006

A. Selim Tuncer, Halkbank’ın iddialarını cevapladı

Ben bu konuda tarafsız kalmak istiyorum. İşte A. Selim Tuncer’in Halkbank’a cevabı... Başka konulara bakalım.

Çarşamba, Temmuz 05, 2006

A. Selim Tuncer’in ActiveLine’da yayınlanan Halkbank’la ilgili cevabını da verelim ki kimse objektifliğimizden kuşku duymasın!

A. Selim Tuncer’in Pamukbank yazısına Halkbank yönetiminin gösterdiği tepkinin belgesini burada yayınlamıştık. (İki posta önce...) Dergi baskıdan çıktı, gördük ki A. Selim Tuncer de bir cevap yazmış. Adam kendi bloğunda yayınlamıyor, bari biz ilgilenelim. Kuru kuruya muhalif olmadığımızı ve burada objektif yayıncılık yaptığımızı göstermek için bu yazıyı da yayınlıyoruz:

Anlaşılan o ki, Halkbank’ta değişen bir şey yok!

Geçen ayki yazımda Pamukbank markasının “heba” edildiği iddiasını dillendirdiğimi hatırlayacaksınız.

Kulağıma gelen bilgilere göre Halkbank yönetimi bu yazıya çok ciddi tepki göstermiş. Dava haklarını saklı tutmak kaydıyla da ActiveLine’da yayınlanmak üzere cevabi bir yazı göndereceklermiş. Dergi yönetimi, elbette Halkbank’ın cevabi yazısını yayınlayacaktır. Belki de bu sayıda bu yazıyla karşılaflacaksınız. (Ben de buradan duyurusunu yapmış oluyorum ki, okur sayısı artsın.)

Buraya kadar herhangi bir sorun yok. Elbette tepki gösterebilirler. Ben nasıl bir vakayla ilgili eleştiri yapabiliyorsam, onlar da benim yazımı eleştirebilir, kendilerini savunabilirler.

Tabii, yazılarımızı dergi baskıya girmeden önce verdiğimiz için bu yazıyı okuyup bu sayıda cevap verme şansım yok. Sizinle birlikte okuyacağım. Zaten cevap vermeyi gerektirecek bir durum var mı, onu da bilmiyorum. Düşünce temelinde olmak kaydıyla her türlü tartışmaya da açığım.

Ancak, yine bana aktarılığına göre banka yönetimi bu yazıda “kasıt” olduğunu iddia etmekteymiş.

1.
İlk yazımın girişinde de ifade etmiştim: “Yazmanın omuzlarınıza yüklediği sorumluluk, vicdanınızın sürekli gerçeği aramasını sağlar. Her ay, bu yazıarın “etkili” olması ancak ve ancak doğrular üzerine inşa edilmesine bağlı olduğu gibi, olumlu veya olumsuz “tepki”ler içeren düşüncelerimin yer aldığı yazıarın da bir karşı tepki yerine düşünce ufuklarını açmayı sağlaması yalnızca böyle mümkündür.” Öncelikle şunu belirteyim ki, bu sütunlar bana yalnızca emanet edilmiştir. Böyle bir iddianın bu emanete hıyanet ettiğim anlamı taşıyacağı muhakkaktır. Banka yönetimi bilmeyebilir, ama beni tanıyanlar çok iyi bilirler ki, böyle ucuz yollara başvurarak bana emanet edilmiş bir yerin namusunu kirletecek, kişisel amaçlarla kullanacak bir kişiliğe sahip değilim. Ayrıca, onlar öyle vehmedebilirler, ama banka yönetimiyle kişisel bir hesabım yok.
2.
Kendileriyle tanışma imkanı bulmuştum. Bu tanışmaya vesile olan olay da, kişisel değil, mesleğimi ve meslektaşlarımı ilgilendiren, hatta meslek örgütlerinin el koymasını gerektiren bir “skandal”di. Kendileri ve ilgili departmanları olayın vehametini tahmin ve takdir edecek bir deneyime sahip olmadıkları için küçümsemişler, doğrusu ben de bunu bildiğim için büyütmemiştim. Yazılı cevaplarında bir kasıt ve düşmanlık ithamında bulunuyorlarsa, umarım sadece imayla bırakmamışlar, bu olayı da ayrıntılarıyla aktarmışlardır. Eğer bir imadan ibaretse, ayrıntıları ben aktarmak zorunda kalırım.
3.
Bu Pamukbank meselesi ilk kez gazetelere yansıdığında, Halkbank murahhas azalarından biriyle karşılaşmış ve doğru olup olmadığını sormuştum. Sanırım şimdiki yönetim henüz iş başına bile gelmemişti. O zaman da yazıda ileri sürdüğüm benzer görüşleri dile getirmiştim. Hatta bu sohbete bankacılık sektöründen birkaç isim de katılmıştı.
4.
Tabii Halkbank’ın bugünkü durumunun müsebbibi bu yönetim olmadığı gibi Pamukbank operasyonuyla ilgili irade de tek başına kendilerinde değildir. Zaten yazımdaki görüşler kendilerine yönelik de değildir. Bu ölçekte bir tepki gösterip Halkbank’ın tüm sevabı ve günahını üstlenmeleri de doğrusu büyük bir fedakarlık örneğidir.
5.
Yazım, yalnızca bir vaka analizinden ibarettir. Ben yazdım diye Pamukbank geri de gelmeyecektir. Dileğim, kendilerine yakışmayacak böylesine çirkin bir iddiayı dile getirmemiş olmalarıdır.

Fikirlerimin eleştirilmesini ise doğrusu bir katkı olarak görürüm.

A. Selim Tuncer, Halkbank’ın tepkisine karşı bir cevap verecek olursa sizleri yine öcelikle buradan haberdar ederiz.

Salı, Temmuz 04, 2006

Şaşkın Kuş... Adı üstünde, şaşkın kuş işte!

Şaşkın Kuş’un biri cüret edip Malum Muhalif’e sataşmış. Diyesi ki: “Geçenlerde gezinirken gözüme yeni bir blog çarptı. Adamın biri, Selim Tuncer diye birisine muhalefet yapmak için bir blog açmış. Adını da Malum Muhalif koymuş. Ya bu bizim ülkemizde insanlar bir garip. Selim Tuncer denen beyin sayfasına da gidip baktım. Gayet güzel ve düzeyli yazılar var. Bu Malum Muhalif, ülkede muhalefet yapılacak onca şey varken, gitmiş güzel güzel yazılar yazan bu Selim Tuncer'i kendine hedef seçmiş. E gel de şaşırma şimdi..”

Şaşkın Kuş, bir yandan da bloğunun işlevini şöyle tanımlıyor şaşkın şaşkın: “Artık şaşırmamam gerekiyor, biliyorum, alışmış olmalıyım ama olmuyor işte. Şaşırmaya devam ediyorum. İşte Şaşkın Kuş bu şaşkınlıklarımı anlattığım, dumur köşem.”

Peki Kuş, sen şaşırmaya devam et!

Cuma, Haziran 30, 2006

İşte “yakın takip” başarısı: A. Selim Tuncer’e Halkbank yönetiminden gelen ciddi tepkinin belgesi...

A. Selim Tuncer’in kendi bloğunda da yayınladığı, aylık bankacılık ve finans dergisi ActiveLine'daki yazıya Halkbank yönetiminden ciddi bir tepki geldi. ActiveLine’ın Temmuz 2006 sayısında da yayınlanan bu cevabi yazıyı Malum Muhalif yayınlıyor:

Sayın A. Bülent Çağlar,

Derginizin Haziran 2006 tarihli sayısında A. Selim Tuncer imzasıyla çıkan “Pamukbank markasının ölüsü Halkbank markasını kaç kez satın alır(dı)?” başlıklı yazıyı hayret ve üzüntüyle okuduk.

Analiz ve eleştiri sınırlarını aşan, Halkbank camiasına saldırı misyonunu üstlenmiş böyle bir yazıyı kaleme alan yazarın bir bankacılık uzmanı olmadığı kesindir ve bu kendisince de itiraf edilmektedir. Öte yandan konuya bir iletişim uzmanı olarak yaklaştığının altını çizerek kendini garantiye almaya da çalışmaktadır. Bir reklam ajansı sahibi olan yazarın “uzmanlığı” bir kenara, en azından, Halkbank ile ilgili “tarafsız” olmadığı bir gerçektir.

Yazar, abartılı bir iştahla saldırdığı kurumun bir banka olduğunu tamamen unutmuş görünmektedir. Rakamlarla arası da zaten hiç yoktur. Bankacılık kriterlerini ciddiye almamakta, bilançoları ve raporları gereksiz bulmaktadır. Kendi kurguladığı perspektiften, Pamukbank “diri diri mezara gömülen” soylu bir prenses gibi tariflenirken, Halkbank’ı da “Pamukbank’ı iştahla midesine indiren” sefil bir canavar olarak göstermektedir.

Peki kendi kurguladığı perspektif doğru mudur? Bugün hangi iletişim uzmanına sorarsanız sorun, size içi boşaltılmış bir bankanın marka değerini korumasının mümkün olmadığını söyleyecektir. Ancak yazarın da belirttiği gibi kendisi ekonominin ve mali sektörün realiteleri hakkında hiçbir fikri olmadığı için “bankanın mali yapısının bozukluğu, özkaynak açığı, grup kredilerinin tasfiyesinin zorluğu, sermaye yeterliliği rasyosunun %8 olması gerekirken eksi % 46.15 olması” gibi nedenleri pek aklına getirmemektedir. Bu yüzden de kendi kendine cevaplayamadığı “Marka değeri bu kadar yüksek olan Pamukbank, ucuz bir fiyata da olsa niye satılamadı” sorusu havada asılı kalmaktadır. Mazrufu olmayan zarfı kimsenin almak istememesini, yazar da yorumlayamamaktadır. Çünkü kendi çarpık tezleriyle kendini kör etmiştir.

Yazar, Halkbank’ın en etkin değişim programlarından birini başarıyla hayata geçirmiş ve bunu, Pamukbank’ı bünyesine başarıyla entegre ederek yapmış olmasıyla da ilgilenmemektedir. Bu yüzden çok kolaylıkla öğrenebileceği bazı gerçekleri yok saymaktadır.

Pamukbank ile entegrasyon bu değişime çok önemli katkılarda bulunmuştur ve bulunmaya da devam etmektedir. Halkbank’a aktarılan 3785 Pamukbank personelinin 3262’si bugün aktif biçimde banka bünyesinde yer almakta, pek çok kilit noktada görev yapmaktadır. Bankamızda halen, Pamukbank kökenli 3 genel müdür yardımcısı, 2 Bölge koordinatörü, 12 Daire başkanı ve 109 şube müdürü bulunmaktadır.

Yazar, Halkbank’ın bir marka değeri olmadığını ima ederken, bazı gerçekleri gözlerden saklamaya çaışmaktadır. Halkbank 1938 yılında “ekonomik kalkınma, sosyal denge ve toplumsal barışın korunması için “esnaf, sanatkar ve küçük meslek sahibine uygun koşullarda kredi verilmesi” amacıyla faaliyet göstermeye başlamıştır… Özel bankaların son 10 yılda keşfettiği KOBİ’ler, kurulduğu tarihten bu yana Halkbank’ın temel misyonu olmuştur.

Kamu bankalarının yeniden yapılandırılması ve özelleştirilmesi hedefi çerçevesinde uygulanan programa dahil olan Halkbank, müşteri ve şube yapısında segmentasyona giderek, müşteri ihtiyaçlarına uygun farklılaştırılmış hizmet sunabilmek için organizasyon yapısını değiştirmiş, karar alma ve iş süreçlerinde etkinlik sağlayarak bu program çerçevesinde baştan aşağı yenilemiştir. Özellikle bilgi işlem sisteminin sunduğu avantajlarla kredi değerlendirme sistemi başta olmak üzere birçok alanda merkezi kontrol olanağı geliştirilmiştir. Artan teknolojik olanaklar doğrultusunda internet bankacılığı uygulamaları, çağrı merkezi ve telefon bankacılığı hizmetleri hayata geçirilmiştir.

Bu olumlu gelişmelerin de katkısıyla özellikle kredi alanında bankanın performansı artmıştır. 2004 yılı sonu itibariyle gerçekleşen birleşme sonrasında 4.3 milyar YTL seviyesinde olan kredi hacmi Mayıs 2006 itibariyle 8.3 milyar YTL, bugün itibariyle yaklaşık 9 milyar YTL düzeyine ulaşmıştır. Ticari nitelikli kredilerde % 152, bireysel nitelikli kredilerde ise % 125 oranında artış sağlanmıştır.

Sayın Çağlar,

Sanırız bu rakamlar Pamukbank’ın teknolojik altyapısının ve insan kaynaklarının ne ölçüde doğru ve yararlı biçimde kullanıldığının en somut göstergeleridir. Ortada canavar öyküleri değil, başarı öyküleri yer almaktadır. Bu baflarının gerçekte neye tekabül ettiğini, yazarınızın sübjektif değerlendirmeleri değil, piyasanın objektif değerlendirmeleri ortaya koyacaktır.

Burada bizi ilgilendiren, yazarınızın “fikirleri” değil, uslübu, adresi ve zamanlamasıdır. Bankacılık sektörünü desteklemeyi amaç edinmiş bir yayın organında, banka iletişimini de faaliyet alanı içine almış bir ajans sahibinin, ne olursa olsun bir bankadan “nefretle” söz etmesi yadırganmaması imkânsız bir durumdur.

Pamukbank’ın tasfiyesinin hiçbir güncelliği kalmamışken, bu işlemin üzerinden tam 2 yıl geçtikten sonra, yazarınızın dergideki ilk yazısında konuyla ilgili “değerli fikirlerini” sıralaması ancak bir husumetin gölgesi altında hareket ettiğine işaret edebilir. Bu kişisel husumete yayınınızın alet edilmiş olması üzüntü vericidir.

Söylenecek çok söz olmasına rağmen, bu kadarıyla, konuya ana çizgileriyle açıklık getirebildiğimizi ummaktayız.

Saygılar sunar, çalışmalarınızda başarılar dileriz. Ankara, 22/06/2006

T. HALK BANKASI A.Ş.
TANITIM VE HALKLA İLİŞKİLER
DAİRE BAŞKANLIĞI

Markalaşma arayışlarında “sürü psikolojisi sendromu” üzerine bazı sorular

A. Selim Tuncer’in son yazısı “Markalaşma arayışlarında sürü psikolojisi sendromu: Bu piliçlere bir horoz mu lazım, ne?”de ortaya koyduğu fotoğraf bir olgu olarak doğru... Ancak yine de bazı sorular akla gelmiyor değil:


1.
Bazı psikologlar “sürü psikolojisi”nin her zaman yanlış sonuçlar doğurmayacağını söylüyorlar. Olguları tartışırken bunun avantaj ve dezavantajlarını iyi tahlil etmek gerekmez mi?

2.
Piliç kategorisinde “piliç”, PVC kapı ve pencere kategorisinde de “pen” sözcüklerinin markaya eklemlenmemesi durumunda, markanın tavuk ve PVC markası olduğuyla ilgili mesaj nasıl verilecek?

3.
Bu mesajın verilmesi, yani markanın mesela bir tavuk ürünleri markası olduğu konumlandırmasının yapılması elbette mümkündür. Ancak bunun için gerekli kaynağı oluşturmaya, art arda krizler yaşamış olan bu sektör firmalarının gücü yeter mi? Milyon milyon dolardan söz ediyoruz...

4.
PVC kapı ve pencere sektöründe soyadı -pen olmayan bir iki marka sanırım var. Mesela bunlardan biri Pensa... Bir de Technoplast mı vardı acaba? Şimdi bunlar sürüden ayrılmışlar da ne olmuş? Bunun bir avantajını yaşıyorlar mı, yoksa sürüden ayrılmış olmanın dezavantajlarıyla mı karşı karşıyalar?

5.
Bu sektörün fabrikaları bildiğiniz gibi yalnızca profil üretir. Bu profillerin kapı ve pencereye dönüşmesi üretici bayiler eliyle mümkündür. Üretici bayi bağımlılığın bu ölçüde yüksek olduğu bir pazarda markalaşmak ne derece mümkün? Tuncer’in dediği gibi hepsi pen mi, pen!

Ben sorar, görevimi yerine getiririm. Kim cevaplarsa cevaplasın.

Perşembe, Haziran 29, 2006

Malum Muhalif’ten müthiş bir gazetecilik başarısı... Yakında!

Malum Muhalif, “yakın takip” gazeteciliğinde çığır açacak bir başarıya imza atıyor. Çok yakında!

Çarşamba, Haziran 28, 2006

Şimdi, bi’dakka! Bu Marketing Türkiye’nin “pazarlama blogları” sayfasında ben neden yer almıyorum acaba?

Marketing Türkiye dergisine ait sitede “Marketing blogları sitemizde!” diye bir başlık görünce hemen ilgili sayfaya girdim. Doğrusunu isterseniz gözlerim Malum Muhalif’i aradı, ama bulamadım. Haberin devamı şöyledi: “Sitemize bugün itibariyle yeni bir bölüm eklendi: Marketing Blogları. ‘Sanal dünyanın özgür ruhları’ (Allah allah, bizim ruhumuz esir mi? MM.) markalaşma, reklam, pazarlama konularındaki yazılarını bundan böyle Marketing Türkiye okuyucularıyla da paylaşacaklar. Türkiye’de pazarlama üzerine yazan bloggerların yazılarından seçmelere ve blog adreslerine sol taraftaki menümüzde yer alan ‘Marketing Blogları’ bölümünden ulaşılabiliyor.”

Şimdi soruyorum; muhalif bir blog olmak ‘marketing bloğu’ olmaya mâni teşkil eder mi? Yirminin üzerinde pazarlama bloğunun ve de A. Selim Tuncer | Diyalog’un olduğu bir yerde benim olmamam ciddi bir eksiklik değil midir? Yoksa Marketing Türkiye için de mi muhalefete başlamalıyım?

Marketing Türkiye’nin pazarlama bloglarına karşı yaklaşımını destekliyor, Malum Muhalif’in burada yerini almamasını ise kınıyorum.

Da Vinci Şifresi’nin şifresini bir de başka taraftan okuyalım!

A. Selim Tuncer’in Da Vinci Şifresi’nin Şifresi başlıklı, oldukça yüzeysel olduğu iddia edilen (ben söylemiyorum) yazısını okudunuz. Öyleyse, bir de bu yazıyı okuyun bakalım.

Tek taraflı beslenme sağlık sorunlarına yol açar.

Salı, Haziran 27, 2006

Önemli bir açıklama: Malum Muhalif’in kimsenin zekasından kuşkusu yok, kimsenin de Malum Muhalif’in ciddiyetinden kuşkusu olmasın!

Bazı arkadaşlardan ilginç yorumlar alıyorum. Devamı da gelecek gibi göründüğü için bir açıklama yapma zarureti doğmuş oldu. Bu açıklama, belki yorumların en azından perspektifini değiştirebilir.

Yine A. Selim Tuncer’in sık kullandığı yöntemle maddeleştirecek olursak;

1.
Yayınına ironik bir üslupla başlamış olsa bile kimse bu bloğun ciddiyetinden kuşku duymasın. Eğenlenceli olabilir, ama bir oyun ya da eğlence değil.
2.
Malum Muhalif, henüz primitif dönemini yaşıyor ve yolunu arıyor. Ayrıca, yalnızca benim muhalefetim değil, her türlü muhalefet için kravatını gevşetmiş, ayak bağlarını çözmüş, çok daha rahat bir platform oluşturmaya çalıştığımı sanıyorum.
3.
Evet, yeni bir yöntem, hatta bir “ilk” olduğunu kabul ediyorum, ama bir işlev göreceğinden kuşkum yok. Olgunlaşması için çaba göstereceğim.
4.
Bu arada, Malum Muhalif’in, kimsenin zekasından zerre kadar kuşkusu yok. Böyle bir yanlış anlamaya neden olmamak için de gerekli her türlü ipucunun blogda yer aldığı “malum”!
5.
Onun için kimsenin kendisini Malum Muhalif’in numaralarını yemeyiz gibi bir psikolojiye kaptırmasına hiç mi hiç gerek yok.
6.
Bir arkadaşın, “Şimdi biz de ‘ast muhalifinin muhalifi’ bir blok/blog mu oluşturalım yani?” biçiminde bir sorusu var. Ne kadar ilginç olur, değil mi?
7.
“Her şey zıddıyla kaimdir.”
8.
Söz “malum”dan açılmışken aklıma bir öykü geldi, anlatayım: Eski İstanbul’da medrese öğrencilerinin Galata Köprüsü’nden Pera tarafına geçmeleri yasakmış. Niye? Çünkü Pera tarafı elbette bu tarafa göre daha eğlenceli, tahmin edersiniz. Kaçak geçişleri engellemek için de medrese yönetimi köprüye bir bekçi yerleştirmiş. Osmanlı döneminde her meslek erbabının kendilerinin tanınmalarını sağlayacak özel bir kıyafete sahip olduğunu duymuşsunuzdur. Bu, medrese öğrencileri için de böyle... Üç kafadar medrese öğrencisi tebdil-i kıyafetle (yani kıyafetlerini değiştirerek) köprüden geçmeye teşebbüs etmişler. Bekçi durdurmuş: “Burdan öteye geçemesüüz.” Öğrenciler şaşırmış: “Ne içün?” Bekçi: “Çün, siz medreselüsüüz.” Öğrenciler kıyafetlerini değiştirdikleri için kendilerinden eminler. Telaffuzunu medresede öğrendikleri ağdalı biçimiyle, eski deyimle ayını çatlatarak sorarlar: “Nirden mağluum?” Bekçi cevabı yapıştırır: “Mağluumunuzdan mağluum!”

Hikaye işte!

Sağlıcakla kalın. Allah muhalefetinizi bozmasın!

Sabah sabah yine bir A. Selim Tuncer klasiği... Robinson’un Rolex’iymiş!

Bilmiyorum, lafı bu kadar dolandırmaya gerek var mı? Robinson’un Rolex’i bir “statü göstergesi” olabilir miymiş, Cuma markadan ne anlarmış falan... Bir şeyi anlatmak için kırk dereden su getir! Üfff!

Marka nedir sorusuna cevap aramak için bu kadar çene yormaya değmez ki! İsteyin benden, marka konularıyla ilgili dünyanın külliyatını yığayım önünüze. Hem de gurulardan...

Ödül kovalamak için yapılmış bir işe darbe vurmak vicdana sığar mı?

Handan isimli bir cam sanatçısı için pırlanta ilanı yapılmış. Belli ki amaç, ödül kovalamak. İyi de kim yapmıyor ki? Beş yüz basan bir sektörel dergide ilanını yayınlarsın, eğer yaratıcı bir iş çıkardıysan kaparsın ödülü. Ben bunda bir kötülük görmüyorum. Ödül eğer başarıya değil de yaratıcılığa veriliyorsa niye kötülük olsun ki? Yaratıcılık mı, yaratıcılık! Peki söz konusu ilanda etik bir sorun var mı? Üç buçuk kişinin gördüğü ilanda etik sorun olsa kaç yazar?


O siyah ellerin annesi 1976 isyanında beyazlar tarafından vahşice katledilmiş(miş!) Ba-ba-ba-bak! Tamam, doğru olabilir, ama adam Marketing Post’u, Elmaaltshift’i ve birkaç dostunu da almış yanına, öyle bir yerden vurmuş ki darbeyi, birilerini cânım ödüllerinden etti. Yazık değil mi, çocukların onca emeğine? Yazık, çok yazık!

Reklamcılar, sizden destek bekliyorum.

Pazartesi, Haziran 26, 2006

Malum Muhalif’ten açık davet!

A. Selim Tuncer | Diyalog yazılarına karşı yazmak isteyen diğer muhaliflere açık çağrı... Malum Muhalif bu muhalif yazıları sansürsüz olarak keyifle ve gururla yayınlayacaktır. Tek isteğim yazıların hakaret içermemesidir. (Onu ben bir kez yaptım, bakın buralara düştüm.)

Alan almış, satan satmış, Pamukbank’ın derdi sana mı düştü?

Adam bir de bankacılık ve finans dergisi ActiveLine’da her ay pazarlama iletişimiyle ilgili yazılar yazıyor. Haziran 2006 sayısında Pamukbank’ın Halkbank’a devredilmesine takmış. Efendim Pamukbank markası değerli bir markaymış, ölüsü bile Halkbank’a basarmış, niye canlı canlı Halkbank’a gömülmüş falan. Gerekli cevabı Halkbank yöneticilerinden mutlaka alacaktır, ama ben de “malum muhalif” olarak birkaç kelam edeyim.

Dediklerinin bir kısmında belki gerçeklik payı olabilir, ama sen böyle yazınca Pamukbank geri mi gelecek yani? Çukurova Grubu’nun bankanın içini boşaltmasına niye değinmiyorsun? Ayrıca bu banka TMSF’nin elindeyken satışa çıkarılmadı mı? Madem o kadar değerliydi, niye alan olmadı ki?

Alan almış, satan satmış, Pamukbank’ın derdi sana mı düştü? Boş!

Buyurun, amin denecek dua değilmiş!

PETA (People For Ethical Treatment of Animals) aktivistleri tarafından gerçekleştirilen “hayvanların insanlar tarafından yenilsin diye öldürülüp paketlenmeleri”ne karşı bir eylem yapılmış, adam buna karşı çıkıyor. Niye? Amin denecek dua değilmiş de onun için!


İnsanlığın bir gün bu vahşete son vereceğine inanmıyor. Tamam, kolay değil, ben de kabul ediyorum. Ama en azından insanın niyeti iyi olur.

O gereksiz yazıya yaptığı güzel yorumdan ötürü [Atölye] Tunç Kılınç’ı kutluyorum.

Amerika dünyanın yarısını “hard power”ıyla işgal etmiş, adam “soft power”dan dem vuruyor saf saf!

Soft power (ince güç) kavramını ilk kez 1980’li yıllarda Harvard University Kennedy School of Government’ın dekanı Joseph Nye kullanmış. Nye’ın tezi politik içerikli. Adam bunu almış, “pazarlama ince güçtür”e çevirmiş. Ve buna fena halde takmış durumda, yaza yaza kendisi de inanmış bu yalana anlayacağınız. Bizi de inandırmaya çalışıyor.

Gücün var mı elinde, tabii ki Hasan almaz, basan alır. “Soft power”la sonuç alınmaz demiyorum, ama o sonucu bekleyene kadar insanın ömrü tükenir. Ölme eşşeğim ölme! Zaten kaç yıllık ömrümüz var ki şurda?

Pazarlamaya gelince... Ülker dayamış kamyonu bakkalın önüne binbir çeşidiyle. Kim takar senin “ince gücünü” Allahaşkına?


Adam gerçekten öyle inanmış ki buna, kırk dereden su getiriyor bizi de ikna etmek için. Şimdi de Aydın Doğan Karikatür Yarışması’ndan bir karikatür koymuş bloğuna. Bir tane kelebek (bu ince güç oluyor güya) tankın namlusuna konmuş, tankın (bu da kaba güç oluyor herhalde) terazisini bozup deviriyor. Bir ham hayal.

Bu tankın borusuna konmuş zavallı kelebekle ilgili veciz bir söz var, ama burada ağzımı bozmamaya kendi kendime söz verdim.

Geçin efendim, geçin! Bırakın bu entelektüel saflıklarını.

Adamın hayal dünyasını yakından görmek isterseniz, alın linkler:

“Marketing is power, soft power...”
Coca Cola ve “soft power”...
İnce gücün gücü ve güç kayması
Kapitalizmin, beyninin sağ tarafını çalıştırmaya niyeti var mı?
“Çoğulcu” pazarlama

Pazar, Haziran 25, 2006

Şimdi seni daha da sıkı takip edeceğim... Yakın takip!

A. Selim Tuncer | Diyalog bloğunu pazarlama ve reklam camiasında bilmeyen azdır. Bir reklamcı olarak ben de takip eder, açıkça itiraf edeyim ki yararlanırdım da. Hakkını yemeyelim, yine yararlanıyorum. Ancak bundan sonra bu adamı daha başka bir gözle takip edeceğim. Yani artık meydan boş değil.

Niye mi böyle bir karar aldım? Anlatayım.

Tarih: 31 Mart 2006, Cuma... Blogdaki bir yazıya yaptığım yorum hakaret içeriyor diye silindi. Evet biraz ağır ifadeler içeriyordu, ama niyetim kötü değildi. Belki ifadelerin tonunda, arkadaşlarla Beşiktaş Çarşı’da birkaç kadeh parlatmamın da etkisi olabilir. Yine de bence hak etmemiştim ama! Oysa adamın başka eleştirel yorumlara karşı daha hoşgörülü davrandığını görüyorum. Çok ağırıma gitti. Hatta Beşiktaş Çarşı’ya ziyaretlerim daha da sıklaştı.


Madem öyle, ben de kendime tamamen özgür bir platform yaratır, hem yorumlarımı burdan yazar hem de eleştirilerimi serbestçe dile getirirdim. Öyle de yaptım. Dünyada belki de bir ilk olan bu blog, bu düşüncenin eseri...

Muhalefetin gölge kabine üyelerinin bakanların icraatlarını takip ettikleri gibi ben de adım adım bu adamı takip edeceğim.

Adamın sevdiğim yönleri yok mu? Var.

Dilini seviyorum, Türkçe’yi düzgün kullanmaya çalışmasını seviyorum (ki ben de buna çok özen gösteririm), bilimsel literatüre takılmadan herkesin anlayacağı şekilde yazmasını seviyorum, reklamın bir “show” işi olmayıp gerçekten bir “iş” olduğunu belletmeye çalışmasını seviyorum (ki ben de buna inanıyorum), anlatımındaki samimiyeti seviyorum, görsel yaklaşımlarını seviyorum, ilginç ve akla gelmeyen konulara değinmesini seviyorum...

Ama bir o kadar da, hatta daha fazla beğenmediğim, sevmediğim, yanlış bulduğum, eleştirdiğim yanları var. Zaman içinde sizlerle paylaşacağım. Madem bunu kendi bloğunda yorumlarımla yapamıyorum, işte buradan yaparım. Adam “Diyalog, öğrenen ve öğreten olmaktır.” diyor. Biraz da benden ögrensin öyleyse. (Bu arada sizden de destek bekliyorum.)

Evet, yiğidin hakkını verdim, artık öldürebilirim!