Cuma, Haziran 30, 2006

İşte “yakın takip” başarısı: A. Selim Tuncer’e Halkbank yönetiminden gelen ciddi tepkinin belgesi...

A. Selim Tuncer’in kendi bloğunda da yayınladığı, aylık bankacılık ve finans dergisi ActiveLine'daki yazıya Halkbank yönetiminden ciddi bir tepki geldi. ActiveLine’ın Temmuz 2006 sayısında da yayınlanan bu cevabi yazıyı Malum Muhalif yayınlıyor:

Sayın A. Bülent Çağlar,

Derginizin Haziran 2006 tarihli sayısında A. Selim Tuncer imzasıyla çıkan “Pamukbank markasının ölüsü Halkbank markasını kaç kez satın alır(dı)?” başlıklı yazıyı hayret ve üzüntüyle okuduk.

Analiz ve eleştiri sınırlarını aşan, Halkbank camiasına saldırı misyonunu üstlenmiş böyle bir yazıyı kaleme alan yazarın bir bankacılık uzmanı olmadığı kesindir ve bu kendisince de itiraf edilmektedir. Öte yandan konuya bir iletişim uzmanı olarak yaklaştığının altını çizerek kendini garantiye almaya da çalışmaktadır. Bir reklam ajansı sahibi olan yazarın “uzmanlığı” bir kenara, en azından, Halkbank ile ilgili “tarafsız” olmadığı bir gerçektir.

Yazar, abartılı bir iştahla saldırdığı kurumun bir banka olduğunu tamamen unutmuş görünmektedir. Rakamlarla arası da zaten hiç yoktur. Bankacılık kriterlerini ciddiye almamakta, bilançoları ve raporları gereksiz bulmaktadır. Kendi kurguladığı perspektiften, Pamukbank “diri diri mezara gömülen” soylu bir prenses gibi tariflenirken, Halkbank’ı da “Pamukbank’ı iştahla midesine indiren” sefil bir canavar olarak göstermektedir.

Peki kendi kurguladığı perspektif doğru mudur? Bugün hangi iletişim uzmanına sorarsanız sorun, size içi boşaltılmış bir bankanın marka değerini korumasının mümkün olmadığını söyleyecektir. Ancak yazarın da belirttiği gibi kendisi ekonominin ve mali sektörün realiteleri hakkında hiçbir fikri olmadığı için “bankanın mali yapısının bozukluğu, özkaynak açığı, grup kredilerinin tasfiyesinin zorluğu, sermaye yeterliliği rasyosunun %8 olması gerekirken eksi % 46.15 olması” gibi nedenleri pek aklına getirmemektedir. Bu yüzden de kendi kendine cevaplayamadığı “Marka değeri bu kadar yüksek olan Pamukbank, ucuz bir fiyata da olsa niye satılamadı” sorusu havada asılı kalmaktadır. Mazrufu olmayan zarfı kimsenin almak istememesini, yazar da yorumlayamamaktadır. Çünkü kendi çarpık tezleriyle kendini kör etmiştir.

Yazar, Halkbank’ın en etkin değişim programlarından birini başarıyla hayata geçirmiş ve bunu, Pamukbank’ı bünyesine başarıyla entegre ederek yapmış olmasıyla da ilgilenmemektedir. Bu yüzden çok kolaylıkla öğrenebileceği bazı gerçekleri yok saymaktadır.

Pamukbank ile entegrasyon bu değişime çok önemli katkılarda bulunmuştur ve bulunmaya da devam etmektedir. Halkbank’a aktarılan 3785 Pamukbank personelinin 3262’si bugün aktif biçimde banka bünyesinde yer almakta, pek çok kilit noktada görev yapmaktadır. Bankamızda halen, Pamukbank kökenli 3 genel müdür yardımcısı, 2 Bölge koordinatörü, 12 Daire başkanı ve 109 şube müdürü bulunmaktadır.

Yazar, Halkbank’ın bir marka değeri olmadığını ima ederken, bazı gerçekleri gözlerden saklamaya çaışmaktadır. Halkbank 1938 yılında “ekonomik kalkınma, sosyal denge ve toplumsal barışın korunması için “esnaf, sanatkar ve küçük meslek sahibine uygun koşullarda kredi verilmesi” amacıyla faaliyet göstermeye başlamıştır… Özel bankaların son 10 yılda keşfettiği KOBİ’ler, kurulduğu tarihten bu yana Halkbank’ın temel misyonu olmuştur.

Kamu bankalarının yeniden yapılandırılması ve özelleştirilmesi hedefi çerçevesinde uygulanan programa dahil olan Halkbank, müşteri ve şube yapısında segmentasyona giderek, müşteri ihtiyaçlarına uygun farklılaştırılmış hizmet sunabilmek için organizasyon yapısını değiştirmiş, karar alma ve iş süreçlerinde etkinlik sağlayarak bu program çerçevesinde baştan aşağı yenilemiştir. Özellikle bilgi işlem sisteminin sunduğu avantajlarla kredi değerlendirme sistemi başta olmak üzere birçok alanda merkezi kontrol olanağı geliştirilmiştir. Artan teknolojik olanaklar doğrultusunda internet bankacılığı uygulamaları, çağrı merkezi ve telefon bankacılığı hizmetleri hayata geçirilmiştir.

Bu olumlu gelişmelerin de katkısıyla özellikle kredi alanında bankanın performansı artmıştır. 2004 yılı sonu itibariyle gerçekleşen birleşme sonrasında 4.3 milyar YTL seviyesinde olan kredi hacmi Mayıs 2006 itibariyle 8.3 milyar YTL, bugün itibariyle yaklaşık 9 milyar YTL düzeyine ulaşmıştır. Ticari nitelikli kredilerde % 152, bireysel nitelikli kredilerde ise % 125 oranında artış sağlanmıştır.

Sayın Çağlar,

Sanırız bu rakamlar Pamukbank’ın teknolojik altyapısının ve insan kaynaklarının ne ölçüde doğru ve yararlı biçimde kullanıldığının en somut göstergeleridir. Ortada canavar öyküleri değil, başarı öyküleri yer almaktadır. Bu baflarının gerçekte neye tekabül ettiğini, yazarınızın sübjektif değerlendirmeleri değil, piyasanın objektif değerlendirmeleri ortaya koyacaktır.

Burada bizi ilgilendiren, yazarınızın “fikirleri” değil, uslübu, adresi ve zamanlamasıdır. Bankacılık sektörünü desteklemeyi amaç edinmiş bir yayın organında, banka iletişimini de faaliyet alanı içine almış bir ajans sahibinin, ne olursa olsun bir bankadan “nefretle” söz etmesi yadırganmaması imkânsız bir durumdur.

Pamukbank’ın tasfiyesinin hiçbir güncelliği kalmamışken, bu işlemin üzerinden tam 2 yıl geçtikten sonra, yazarınızın dergideki ilk yazısında konuyla ilgili “değerli fikirlerini” sıralaması ancak bir husumetin gölgesi altında hareket ettiğine işaret edebilir. Bu kişisel husumete yayınınızın alet edilmiş olması üzüntü vericidir.

Söylenecek çok söz olmasına rağmen, bu kadarıyla, konuya ana çizgileriyle açıklık getirebildiğimizi ummaktayız.

Saygılar sunar, çalışmalarınızda başarılar dileriz. Ankara, 22/06/2006

T. HALK BANKASI A.Ş.
TANITIM VE HALKLA İLİŞKİLER
DAİRE BAŞKANLIĞI

Markalaşma arayışlarında “sürü psikolojisi sendromu” üzerine bazı sorular

A. Selim Tuncer’in son yazısı “Markalaşma arayışlarında sürü psikolojisi sendromu: Bu piliçlere bir horoz mu lazım, ne?”de ortaya koyduğu fotoğraf bir olgu olarak doğru... Ancak yine de bazı sorular akla gelmiyor değil:


1.
Bazı psikologlar “sürü psikolojisi”nin her zaman yanlış sonuçlar doğurmayacağını söylüyorlar. Olguları tartışırken bunun avantaj ve dezavantajlarını iyi tahlil etmek gerekmez mi?

2.
Piliç kategorisinde “piliç”, PVC kapı ve pencere kategorisinde de “pen” sözcüklerinin markaya eklemlenmemesi durumunda, markanın tavuk ve PVC markası olduğuyla ilgili mesaj nasıl verilecek?

3.
Bu mesajın verilmesi, yani markanın mesela bir tavuk ürünleri markası olduğu konumlandırmasının yapılması elbette mümkündür. Ancak bunun için gerekli kaynağı oluşturmaya, art arda krizler yaşamış olan bu sektör firmalarının gücü yeter mi? Milyon milyon dolardan söz ediyoruz...

4.
PVC kapı ve pencere sektöründe soyadı -pen olmayan bir iki marka sanırım var. Mesela bunlardan biri Pensa... Bir de Technoplast mı vardı acaba? Şimdi bunlar sürüden ayrılmışlar da ne olmuş? Bunun bir avantajını yaşıyorlar mı, yoksa sürüden ayrılmış olmanın dezavantajlarıyla mı karşı karşıyalar?

5.
Bu sektörün fabrikaları bildiğiniz gibi yalnızca profil üretir. Bu profillerin kapı ve pencereye dönüşmesi üretici bayiler eliyle mümkündür. Üretici bayi bağımlılığın bu ölçüde yüksek olduğu bir pazarda markalaşmak ne derece mümkün? Tuncer’in dediği gibi hepsi pen mi, pen!

Ben sorar, görevimi yerine getiririm. Kim cevaplarsa cevaplasın.

Perşembe, Haziran 29, 2006

Malum Muhalif’ten müthiş bir gazetecilik başarısı... Yakında!

Malum Muhalif, “yakın takip” gazeteciliğinde çığır açacak bir başarıya imza atıyor. Çok yakında!

Çarşamba, Haziran 28, 2006

Şimdi, bi’dakka! Bu Marketing Türkiye’nin “pazarlama blogları” sayfasında ben neden yer almıyorum acaba?

Marketing Türkiye dergisine ait sitede “Marketing blogları sitemizde!” diye bir başlık görünce hemen ilgili sayfaya girdim. Doğrusunu isterseniz gözlerim Malum Muhalif’i aradı, ama bulamadım. Haberin devamı şöyledi: “Sitemize bugün itibariyle yeni bir bölüm eklendi: Marketing Blogları. ‘Sanal dünyanın özgür ruhları’ (Allah allah, bizim ruhumuz esir mi? MM.) markalaşma, reklam, pazarlama konularındaki yazılarını bundan böyle Marketing Türkiye okuyucularıyla da paylaşacaklar. Türkiye’de pazarlama üzerine yazan bloggerların yazılarından seçmelere ve blog adreslerine sol taraftaki menümüzde yer alan ‘Marketing Blogları’ bölümünden ulaşılabiliyor.”

Şimdi soruyorum; muhalif bir blog olmak ‘marketing bloğu’ olmaya mâni teşkil eder mi? Yirminin üzerinde pazarlama bloğunun ve de A. Selim Tuncer | Diyalog’un olduğu bir yerde benim olmamam ciddi bir eksiklik değil midir? Yoksa Marketing Türkiye için de mi muhalefete başlamalıyım?

Marketing Türkiye’nin pazarlama bloglarına karşı yaklaşımını destekliyor, Malum Muhalif’in burada yerini almamasını ise kınıyorum.

Da Vinci Şifresi’nin şifresini bir de başka taraftan okuyalım!

A. Selim Tuncer’in Da Vinci Şifresi’nin Şifresi başlıklı, oldukça yüzeysel olduğu iddia edilen (ben söylemiyorum) yazısını okudunuz. Öyleyse, bir de bu yazıyı okuyun bakalım.

Tek taraflı beslenme sağlık sorunlarına yol açar.

Salı, Haziran 27, 2006

Önemli bir açıklama: Malum Muhalif’in kimsenin zekasından kuşkusu yok, kimsenin de Malum Muhalif’in ciddiyetinden kuşkusu olmasın!

Bazı arkadaşlardan ilginç yorumlar alıyorum. Devamı da gelecek gibi göründüğü için bir açıklama yapma zarureti doğmuş oldu. Bu açıklama, belki yorumların en azından perspektifini değiştirebilir.

Yine A. Selim Tuncer’in sık kullandığı yöntemle maddeleştirecek olursak;

1.
Yayınına ironik bir üslupla başlamış olsa bile kimse bu bloğun ciddiyetinden kuşku duymasın. Eğenlenceli olabilir, ama bir oyun ya da eğlence değil.
2.
Malum Muhalif, henüz primitif dönemini yaşıyor ve yolunu arıyor. Ayrıca, yalnızca benim muhalefetim değil, her türlü muhalefet için kravatını gevşetmiş, ayak bağlarını çözmüş, çok daha rahat bir platform oluşturmaya çalıştığımı sanıyorum.
3.
Evet, yeni bir yöntem, hatta bir “ilk” olduğunu kabul ediyorum, ama bir işlev göreceğinden kuşkum yok. Olgunlaşması için çaba göstereceğim.
4.
Bu arada, Malum Muhalif’in, kimsenin zekasından zerre kadar kuşkusu yok. Böyle bir yanlış anlamaya neden olmamak için de gerekli her türlü ipucunun blogda yer aldığı “malum”!
5.
Onun için kimsenin kendisini Malum Muhalif’in numaralarını yemeyiz gibi bir psikolojiye kaptırmasına hiç mi hiç gerek yok.
6.
Bir arkadaşın, “Şimdi biz de ‘ast muhalifinin muhalifi’ bir blok/blog mu oluşturalım yani?” biçiminde bir sorusu var. Ne kadar ilginç olur, değil mi?
7.
“Her şey zıddıyla kaimdir.”
8.
Söz “malum”dan açılmışken aklıma bir öykü geldi, anlatayım: Eski İstanbul’da medrese öğrencilerinin Galata Köprüsü’nden Pera tarafına geçmeleri yasakmış. Niye? Çünkü Pera tarafı elbette bu tarafa göre daha eğlenceli, tahmin edersiniz. Kaçak geçişleri engellemek için de medrese yönetimi köprüye bir bekçi yerleştirmiş. Osmanlı döneminde her meslek erbabının kendilerinin tanınmalarını sağlayacak özel bir kıyafete sahip olduğunu duymuşsunuzdur. Bu, medrese öğrencileri için de böyle... Üç kafadar medrese öğrencisi tebdil-i kıyafetle (yani kıyafetlerini değiştirerek) köprüden geçmeye teşebbüs etmişler. Bekçi durdurmuş: “Burdan öteye geçemesüüz.” Öğrenciler şaşırmış: “Ne içün?” Bekçi: “Çün, siz medreselüsüüz.” Öğrenciler kıyafetlerini değiştirdikleri için kendilerinden eminler. Telaffuzunu medresede öğrendikleri ağdalı biçimiyle, eski deyimle ayını çatlatarak sorarlar: “Nirden mağluum?” Bekçi cevabı yapıştırır: “Mağluumunuzdan mağluum!”

Hikaye işte!

Sağlıcakla kalın. Allah muhalefetinizi bozmasın!

Sabah sabah yine bir A. Selim Tuncer klasiği... Robinson’un Rolex’iymiş!

Bilmiyorum, lafı bu kadar dolandırmaya gerek var mı? Robinson’un Rolex’i bir “statü göstergesi” olabilir miymiş, Cuma markadan ne anlarmış falan... Bir şeyi anlatmak için kırk dereden su getir! Üfff!

Marka nedir sorusuna cevap aramak için bu kadar çene yormaya değmez ki! İsteyin benden, marka konularıyla ilgili dünyanın külliyatını yığayım önünüze. Hem de gurulardan...

Ödül kovalamak için yapılmış bir işe darbe vurmak vicdana sığar mı?

Handan isimli bir cam sanatçısı için pırlanta ilanı yapılmış. Belli ki amaç, ödül kovalamak. İyi de kim yapmıyor ki? Beş yüz basan bir sektörel dergide ilanını yayınlarsın, eğer yaratıcı bir iş çıkardıysan kaparsın ödülü. Ben bunda bir kötülük görmüyorum. Ödül eğer başarıya değil de yaratıcılığa veriliyorsa niye kötülük olsun ki? Yaratıcılık mı, yaratıcılık! Peki söz konusu ilanda etik bir sorun var mı? Üç buçuk kişinin gördüğü ilanda etik sorun olsa kaç yazar?


O siyah ellerin annesi 1976 isyanında beyazlar tarafından vahşice katledilmiş(miş!) Ba-ba-ba-bak! Tamam, doğru olabilir, ama adam Marketing Post’u, Elmaaltshift’i ve birkaç dostunu da almış yanına, öyle bir yerden vurmuş ki darbeyi, birilerini cânım ödüllerinden etti. Yazık değil mi, çocukların onca emeğine? Yazık, çok yazık!

Reklamcılar, sizden destek bekliyorum.

Pazartesi, Haziran 26, 2006

Malum Muhalif’ten açık davet!

A. Selim Tuncer | Diyalog yazılarına karşı yazmak isteyen diğer muhaliflere açık çağrı... Malum Muhalif bu muhalif yazıları sansürsüz olarak keyifle ve gururla yayınlayacaktır. Tek isteğim yazıların hakaret içermemesidir. (Onu ben bir kez yaptım, bakın buralara düştüm.)

Alan almış, satan satmış, Pamukbank’ın derdi sana mı düştü?

Adam bir de bankacılık ve finans dergisi ActiveLine’da her ay pazarlama iletişimiyle ilgili yazılar yazıyor. Haziran 2006 sayısında Pamukbank’ın Halkbank’a devredilmesine takmış. Efendim Pamukbank markası değerli bir markaymış, ölüsü bile Halkbank’a basarmış, niye canlı canlı Halkbank’a gömülmüş falan. Gerekli cevabı Halkbank yöneticilerinden mutlaka alacaktır, ama ben de “malum muhalif” olarak birkaç kelam edeyim.

Dediklerinin bir kısmında belki gerçeklik payı olabilir, ama sen böyle yazınca Pamukbank geri mi gelecek yani? Çukurova Grubu’nun bankanın içini boşaltmasına niye değinmiyorsun? Ayrıca bu banka TMSF’nin elindeyken satışa çıkarılmadı mı? Madem o kadar değerliydi, niye alan olmadı ki?

Alan almış, satan satmış, Pamukbank’ın derdi sana mı düştü? Boş!

Buyurun, amin denecek dua değilmiş!

PETA (People For Ethical Treatment of Animals) aktivistleri tarafından gerçekleştirilen “hayvanların insanlar tarafından yenilsin diye öldürülüp paketlenmeleri”ne karşı bir eylem yapılmış, adam buna karşı çıkıyor. Niye? Amin denecek dua değilmiş de onun için!


İnsanlığın bir gün bu vahşete son vereceğine inanmıyor. Tamam, kolay değil, ben de kabul ediyorum. Ama en azından insanın niyeti iyi olur.

O gereksiz yazıya yaptığı güzel yorumdan ötürü [Atölye] Tunç Kılınç’ı kutluyorum.

Amerika dünyanın yarısını “hard power”ıyla işgal etmiş, adam “soft power”dan dem vuruyor saf saf!

Soft power (ince güç) kavramını ilk kez 1980’li yıllarda Harvard University Kennedy School of Government’ın dekanı Joseph Nye kullanmış. Nye’ın tezi politik içerikli. Adam bunu almış, “pazarlama ince güçtür”e çevirmiş. Ve buna fena halde takmış durumda, yaza yaza kendisi de inanmış bu yalana anlayacağınız. Bizi de inandırmaya çalışıyor.

Gücün var mı elinde, tabii ki Hasan almaz, basan alır. “Soft power”la sonuç alınmaz demiyorum, ama o sonucu bekleyene kadar insanın ömrü tükenir. Ölme eşşeğim ölme! Zaten kaç yıllık ömrümüz var ki şurda?

Pazarlamaya gelince... Ülker dayamış kamyonu bakkalın önüne binbir çeşidiyle. Kim takar senin “ince gücünü” Allahaşkına?


Adam gerçekten öyle inanmış ki buna, kırk dereden su getiriyor bizi de ikna etmek için. Şimdi de Aydın Doğan Karikatür Yarışması’ndan bir karikatür koymuş bloğuna. Bir tane kelebek (bu ince güç oluyor güya) tankın namlusuna konmuş, tankın (bu da kaba güç oluyor herhalde) terazisini bozup deviriyor. Bir ham hayal.

Bu tankın borusuna konmuş zavallı kelebekle ilgili veciz bir söz var, ama burada ağzımı bozmamaya kendi kendime söz verdim.

Geçin efendim, geçin! Bırakın bu entelektüel saflıklarını.

Adamın hayal dünyasını yakından görmek isterseniz, alın linkler:

“Marketing is power, soft power...”
Coca Cola ve “soft power”...
İnce gücün gücü ve güç kayması
Kapitalizmin, beyninin sağ tarafını çalıştırmaya niyeti var mı?
“Çoğulcu” pazarlama

Pazar, Haziran 25, 2006

Şimdi seni daha da sıkı takip edeceğim... Yakın takip!

A. Selim Tuncer | Diyalog bloğunu pazarlama ve reklam camiasında bilmeyen azdır. Bir reklamcı olarak ben de takip eder, açıkça itiraf edeyim ki yararlanırdım da. Hakkını yemeyelim, yine yararlanıyorum. Ancak bundan sonra bu adamı daha başka bir gözle takip edeceğim. Yani artık meydan boş değil.

Niye mi böyle bir karar aldım? Anlatayım.

Tarih: 31 Mart 2006, Cuma... Blogdaki bir yazıya yaptığım yorum hakaret içeriyor diye silindi. Evet biraz ağır ifadeler içeriyordu, ama niyetim kötü değildi. Belki ifadelerin tonunda, arkadaşlarla Beşiktaş Çarşı’da birkaç kadeh parlatmamın da etkisi olabilir. Yine de bence hak etmemiştim ama! Oysa adamın başka eleştirel yorumlara karşı daha hoşgörülü davrandığını görüyorum. Çok ağırıma gitti. Hatta Beşiktaş Çarşı’ya ziyaretlerim daha da sıklaştı.


Madem öyle, ben de kendime tamamen özgür bir platform yaratır, hem yorumlarımı burdan yazar hem de eleştirilerimi serbestçe dile getirirdim. Öyle de yaptım. Dünyada belki de bir ilk olan bu blog, bu düşüncenin eseri...

Muhalefetin gölge kabine üyelerinin bakanların icraatlarını takip ettikleri gibi ben de adım adım bu adamı takip edeceğim.

Adamın sevdiğim yönleri yok mu? Var.

Dilini seviyorum, Türkçe’yi düzgün kullanmaya çalışmasını seviyorum (ki ben de buna çok özen gösteririm), bilimsel literatüre takılmadan herkesin anlayacağı şekilde yazmasını seviyorum, reklamın bir “show” işi olmayıp gerçekten bir “iş” olduğunu belletmeye çalışmasını seviyorum (ki ben de buna inanıyorum), anlatımındaki samimiyeti seviyorum, görsel yaklaşımlarını seviyorum, ilginç ve akla gelmeyen konulara değinmesini seviyorum...

Ama bir o kadar da, hatta daha fazla beğenmediğim, sevmediğim, yanlış bulduğum, eleştirdiğim yanları var. Zaman içinde sizlerle paylaşacağım. Madem bunu kendi bloğunda yorumlarımla yapamıyorum, işte buradan yaparım. Adam “Diyalog, öğrenen ve öğreten olmaktır.” diyor. Biraz da benden ögrensin öyleyse. (Bu arada sizden de destek bekliyorum.)

Evet, yiğidin hakkını verdim, artık öldürebilirim!