Çarşamba, Mart 04, 2009

Öküzün altında buzağı aramak değil, buzağının altında öküz aramak!

Valla, Selim Bey’i fena kızdırmışlar. Hakemlik yapmaya kalkıp ara dayağı yemeye hiç niyetim yok!


TBWA\Istanbul kreatif direktörü İlkay Gürpınar’ın, “İsrail-Filistin olayları hakkında çok şey söylendi. Ama bence hiçbiri, bu kadar özlü, bu kadar etkili söylenmedi. Yazar olduğum için değil, reklamcı olduğum için değil, insan olduğum için etkilendim.” şeklindeki laflarına takdir takdir, Bu reklamı yapan Genna MCG adlı ajansı ve bu reklama övgüler yağdıran TBWA\Istanbul Kreatif Direktörü İlkay Gürpınar’ı kınıyorum.” diyen DraftFCB Başkan Yardımcısı Vedat Sertoğlu’na tekdir!

Selim Bey kısaca diyor ki, “Bu kampanyanın ardında ırkçı ve ayrımcı bir mesaj arayanların yaptığı şey, öküzün altında buzağı aramak değil, buzağının altında öküz aramaktan farksızdır!”

Bu arada, MediaCat de nasibini almış fırçalardan... Galiba ara dayağını o yiyecek!

Pazar, Şubat 08, 2009

Türkiye’nin ilk ve tek marka yönetimi dergisiymiş: The Brand Age

Türkiye’nin ilk ve tek marka yönetimi dergisi The Brand Age 1 Şubat 2009 tarihinden itibaren bayilerde... Dergi, Türkiye geneli ve Kıbrıs’taki tüm seçkin kitabevleri ve gazete bayilerinde satıldığı gibi, aynı zamanda THY Business Class uçuslarında ve Türkiye genelindeki havalimanlarının CIP ve VIP salonlarında da okuyucularıyla buluşuyor.


Marka Fabrikası Ltd. Şti. adına İmtiyaz Sahibi: İsmail Kızılbay | Yayın Yönetmenleri: Bülent Fidan, Ethem Kuliğ | Marka İletişimi Danışmanı: Serdar Öztürk | Yayın Danışmanı: Ali Gökçe Öztürk | Ekonomi Editörü: Osman Karacalı | Yazı İşleri Ekibi: Filiz Demirbilek, Onur Erakın, Koray Başpınar, Meral Güler, Ece Ozan | Yazarlar: A. Selim Tuncer, Erol Batislam, Ferruh Uztuğ, Mahmut Can, Martin Lindstrom, Murat Şaylan, Onur Yanık, Rengin Küçükerdoğan, Süleyman Anıl | Katkıda Bulunanlar: Serdar Pirtini, Tevfik Dalgıç | Yıllık Abonelik: 120.-TL.

Cumartesi, Ocak 31, 2009

“Katletmeyeceksin!”

Başbakan Erdoğan, “Bu senin kitabında da yok!” başlıklı afişte Tevrat’tan alıntı olarak yer alan “Katletmeyeceksin!” ayetini sık sık kullanıyor. Hatta geçenlerde İngilizce ve İbranice’sini de seslendirmişti. Başbakan, geçen gün yaşanan Davos krizinde de aynı ayeti okudu.


Bu afişlerin mesajını nedense başka yerinden anlayan birçok Türk aydını(!) kampanyayı anti-semitizm tohumları ekmekle suçlamışlardı.

Gökhan Özgün, “Davos’tan hisse” başlıklı bugünkü yazısında şöyle bir bilgiye yer vermiş:

“Bir Fransızca İsrail sitesinde ise bir dindar Yahudi, Tevrat’tan yaptığı ‘öldürmeyeceksin’ alıntısı için Erdoğan’a teşekkür ediyor. Bu alıntıyla Erdoğan’ın, Judaism’le, yani hakiki Yahudilik’le, Siyonizm arasındaki farkı bütün dünyaya gösterdiğini söylüyordu.”

Demek ki mesajı doğru yerinden anlayanlar da varmış.

Pazartesi, Ocak 12, 2009

“Müslümanlar için fazla laik, Aleviler için fazla Sünni, Kürtler için fazla Türk!”

Selim Bey’in aktardığına göre ünlü Fransız sosyolog Prof. Dr. Jose Casanova, Türkiye’deki sistemi şöyle tanımlıyormuş: “Müslümanlar için fazla laik, Aleviler için fazla Sünni, Kürtler için fazla Türk!”


Doğrusu, bu iddiaya katkıda bulunmak isterim: Bence de, Türkiye’de sistem, solcuya karşı sağcı, sağcıya karşı solcu; dindara karşı dinsiz, dinsize karşı dindar; küreselciye karşı milliyetçi, milliyetçiye karşı küreselci; liberale karşı otoriter, otoritere karşı liberal; kapitaliste karşı sosyalist, sosyaliste karşı kapitalist; militariste karşı sivil, sivile karşı militarist; Sünni’ye karşı Alevi, Alevi’ye karşı Hanefi; devletçiye karşı serbest piyasacı, serbest piyasacıya karşı devletçidir.

Buna “gıcık” denmez de ne denir?

Cumartesi, Ocak 10, 2009

“Sen Musa’nın çocuğu olamazsın, çünkü bu senin kitabında da yok!”

İnternet’te dolaşımda olan bu işlerin arkasında Selim Bey’in de olduğunu öğrendim. Filmi de yapılmış, ama ulaşamadım. Kampanyanın farklı ve etkili olduğunu da kabul ediyorum.



Şöyle ki, bildiğiniz gibi, İsrail vahşetine karşı geliştirilen, daha doğrusu doğal olarak oluşan bir tepki dili var. Vahşet görüntüleriyle inşa edilen ve “Kahrolsun İsrail!” sloganı etrafında aynılaşan bu tepki dilinin tüketilmiş olduğu ve etkisizleştiği düşünülerek, iletişimin, yeni bir paradigma üzerine kurulduğu anlaşılıyor. Ayrıca vahşet, TV ekranlarından en çıplak haliyle zaten aktarıldığı için sanırım sembolik bir anlatım yoluna gitmenin doğru olacağı düşünülmüş...

Zulmü kendi argümanları üzerinden kınamaya yönelik bu konsept, aynı zamanda, tepkinin din farklılığından değil, doğrudan zulme yönelik olduğunu da anlatmış oluyor. Başlıklar, bir şekilde zalimin dinini aklıyor ve meseleyi insanlık vicdanına havale ediyor. “Bu senin kitabında da yok, öyleyse, sen Musa’nın çocuğu olamazsın!” veya “Sen Musa’nın çocuğu olamazsın, çünkü, bu senin kitabında da yok!” şeklinde birbirini anlam olarak tamamlayan iki başlıkla iki ayrı poster tasarlanmış ve bu posterler Türkçe, İngilizce, Arapça ve İbranice olarak dört farklı dilde hazırlanmış.

Buraya kadar iyi güzel de, kampanya, bazıları tarafından, “Aslında onların kitabında bu zulmü onaylayan, hatta emreden ayetler var.” şeklinde bir eleştiriye maruz kalma riski taşıyor. Gerçi mesajın dolaylı muhataplarının “Hayır, bu bizim kitabımızda var!” diye savunma yapacak halleri herhalde yok ama... Yine de buna ne cevap vereceksiniz Selim Bey?






Pazartesi, Temmuz 16, 2007

Yanında sarmısak bulundurmayı ihmal etme, çünkü bu gidişle Goebbels’in ruhu seni çarpacak!

Selim Bey, “Goebbels’in ruhu yakamızı bırakmıyor bir türlü!” yazısına karşı Zamane Sözlük’ün bir maddesinde kendisiyle ilgili olarak yer alan ağır ithamlar nedeniyle “CHP ile Hitler’in seçim afişlerindeki benzerlikler ya da hop diye bir sözlük maddesinin üstüne atlamak!” başlıklı bir yazı yazmıştı. Gerçi bu ithamlarda ben de katılmıyorum, ama tam Selim Bey’e “Koskoca seçim döneminde, bu kadar kampanya arasında bula bula takacak CHP’yi mi buldun yani?” diyecektim ki, bir yazı daha geldi: “Mehmet diye seslensem tam iki milyon üç yüz kırk altı bin dokuz yüz yirmi yedi kişi bana bakar!”


Buradan uyarıyorum, seçim kampanyalarıyla ilgili değerlendirmeler yapacaksan, mutlaka her partiye eşit mesafede olmalısın. Yoksa seni bir siyasi partinin adamı ilan ediverirler, sen de şaşırırsın. Bütün inandırıcılığın da uçar gider. Yanında da sarmısak bulundurmayı ihmal etme, çünkü bu gidişle Goebbels’in ruhu sonunda seni çarpacak!

Neyse, bunu kendisi düşünsün de, benim takıldığım başka bir konu var. Selim Bey’in son yazısında kullandığı görsel var ya, o bir DP ilanı... (Ben de yukarıda kullandım.) Önce Sinan Çetin’in Propaganda filminin afişi gibi ilanın üzerindeki dikenli tellerden falan rahatsız olmuştum. Solda Nazım Hikmet’vari bir şiir, sağda ise DP’nin bu şiire verdiği cevap yer alıyor. Şairin adı hiç dikkatimi çekmemişti, sonradan öğrendim ki, bu, DP reklamcısının babasına ait bir şiirmiş.

Çocuğunu ve karısını reklam filmlerinde oynatan reklamcılar görmüştüm de, babasının şiirini siyasi kampanyada kullananına rastlamamıştım. Gerçekten ilginç bir durum. Aynı reklamcı bir ara AKP’yle de görüşmeler yapıyordu. Bu durumda aynı şiiri onlara da mı hediye edecekti, yoksa AKP’ye uygun bir başka şiir mi bulacaktı?

Bu arada babası şair olmayan zavallı reklamcılar ne yapacaklar acaba?

Allah allah!

Cuma, Nisan 06, 2007

Elit, elitizm, lumpenlik, AKP ve istiskal!..

Selim Bey, yine AKP ile ilgili yazısında “AKP’nin elitist bir parti olmaması geniş kitlelerle ilişkisini kurgulama konusunda bugün için kendisine avantaj sağlamıştır. Fakat, elitist olmakla elit olma arasında çok ciddi fark vardır. Elitizm, uzlaşma karşıtıdır ve bence her şeyden önce gayri ahlaki bir tutumdur. Ancak ülke elitleriyle ulusal egemenliğin uzlaşımı önemlidir ve AKP bu konudaki zaafını gidermelidir. Böyle bir zaaf ortadayken bir de lumpen oyları kazanmaya yönelik bir iletişim programı krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.” demiş.

Gelin siz, “elit” tartışmaları için bir de Arzu Cihangir’in Derin Düşünce’deki yazısını ve orada yer alan yorumları okuyun.

Bu tartışmayı ilginç buldum. Daha da ilginci AKP’nin adının art arda Ali Taran, Alinur Velidedeoğlu ve şimdi de Sinan Çetin’le (Çetin’e de reklamcı demişler!) yanyana geçmesi... (Bir iki eksik var, onların da adını duyarsak geçit tamamlanmış olacak!) Lumpenlik, elit, elitizm mevzuları bir yana, eğer bu arayışlar gerçeği yansıtıyorsa, AKP, yanına yakıştırdığı reklamcı profili konusunda çok net bir fikre sahip demektir, eğer bir dedikodudan ibaretse güzide basınımızın AKP ile ilgili algısı böyle şekillenmiş anlamı taşır.

Bu arada Arter Reklam’a reva görülen bu “istiskal” (Sözlüğe bakılacaak, bak!) durumu ne kadar ayıp değil mi?

Perşembe, Nisan 05, 2007

Bulunulan yerle arzu edilen yer arasındaki boşluk neyle doldurulur?

Sevgili Selim Bey, AKP’nin iletişim stratejisini tartıştığı yazısında kendince bir lumpenlik tanımı yapmış. Diyor ki: “Bana göre Türk lumpenliği sınıfsal bir pozisyon değildir. Bunu Marksist terminolojideki lumpenlikle karıştırmamak gerekir. Bana göre bizim lumpenliğimiz, bulunduğu pozisyonla arzu ettiği yer arasındaki boşluğu din, para, Atatürk, bayrak, Allah, milliyetçilik gibi geniş kitleler tarafından dokunulmazlığı olan veya dokunulamayan değerlerle doldurarak ötekine karşı bir kalkan oluşturma şeklinde tezahür eder. Bulunduğu yer konusunda şikayetçi olanların daha çok alt katmanlarda ve varoşlarda yer alması ayrı bir konudur, ama benim tanımım içinde yer alan lumpenlerin sayısı toplumun en üstten en alta tüm katmanlarında küçümsenmeyecek orandadır.”


Kendi kendine tarif yapmak ne derece doğrudur, bilemem ama, o zaman milliyetçi lumpenler, müslüman lumpenler, solcu lumpenler, Kemalist lumpenler, gazeteci lumpenler, siyasetçi lumpenler (ya da lumpen müslümanlar, lumpen milliyetçiler, lumpen solcular...) gibi onlarca yeni vakayla karşı karşıyayız demektir.

Değil mi?

Pazartesi, Ocak 08, 2007

Bir tüyo vereyim: A. A. Bir’den duyduğuma göre bu kampanya Tunus için yapılıp bize kakalanmış!..

Sen bu dedikodulara kulağını kabartmazsın Sevgili Selim Bey, ben yazayım da Türkiye’nin tanıtımıyla ilgili yazdığın yazı eksik kalmasın. Bu Sea Ajans, bir zamanlar Tunus’a da hizmet vermiş... Veya hala veriyor muymuş ne? Tunus da T’yle başlıyor ya! İşte onlara yaptıkları alternatiflerden ellerinde kalan birini Türkiye’ye kakalamışlar, duyduğuma göre...




Şimdi, ne var bunda, mal adamın elinde kalmış, sonuçta kendi malı değil mi, Türkiye’ye de satar, Tanzanya’ya da satar, Tacikistan’a, Tayland’a, Tayvan’a, Togo’ya, Tonga’ya, Türkmenistan’a, Tuvalu’ya da satar, hatta Trinidad’a bile satar diyeceksiniz.

E, siz de haklısınız!

Pazartesi, Aralık 11, 2006

Ali Saydam - A. Selim Tuncer’in tartışma yazıları toplu halde... Bu hizmetimi de yabana atmayın!

A. Selim Tuncer ve Ali Saydam, Yapı Kredi’nin yeni logosundan başlayıp imaj - algı kavramlarına taşan bir düzlemde tartışmaya devam ediyorlar. Birinin on-line, diğerinin off-line mecralarda yazıyor olmaları tartışmayı daha da ilginç kılıyor.

Bakın, bu hizmeti de kimse vermez size... Yazıların linki, baştan başlayarak kronolojik sıralamayla sunulmuştur:

A. Selim Tuncer, 18 ARALIK 2005
| Evet, “algı” her şeydir. Peki “imaj”?
Ali Saydam, 30 NİSAN 2006
| Yuh olsun bana!..
A. Selim Tuncer, 1 MAYIS 2006
| Herhalde Kotler’ın da bir Webster’ı vardır yani...
Ali Saydam, 10 EKİM 2006
| Yapı Kredi logosu tamamdır.
A. Selim Tuncer, 12 EKİM 2006
| Âdâba uygun olmayan eleştiri sadece âsâp bozar: Hayır, Yapı Kredi logosu tamam değildir!
Ali Saydam, 20 EKİM 2006
| Logo tartışmasına devam...
A. Selim Tuncer, 20 EKİM 2006
| Temcit pilavı değil, harnup şerbeti kabilinden: Logo tartışmasına devam...
Ali Saydam, 26 KASIM 2006
| İmajı artık yalnız cahiller kullanıyor.
A. Selim Tuncer, 27 KASIM 2006
| Algılama eyleminden sonra zihnimizde oluşan ‘şey’e siz ne diyorsunuz Hocam?
Ali Saydam, 1 ARALIK 2006
| Adımı John Smith yapmama gerek kalmadı!
A. Selim Tuncer, 1 ARALIK 2006
| Biz sizi John Smith’e, Steven Collins’e değişmeyiz!
Ali Saydam, 3 ARALIK 2006
| Başbakan bir süre daha ‘imaj’ diyecek…
A. Selim Tuncer, 4 ARALIK 2006
| Ali Saydam “edebiyat yaptığı” için tartışma boşluğa düştü!